İlyas Harfuş
Lübnanlı gazeteci ve yazar
TT

Avn, Nasrallah ve göstericilerin talepleri

Lübnan'daki son siyasi gelişmeler, Irak’ta ve İran’da da yaşandığı üzere,  yerel talepleri bölgesel çatışmalardan ayrı değerlendirmenin gerçekçi olmadığını kanıtladı. İran yönetimi ve bu ülkelerdeki İran bağlantılı örgütlerin görüşüne göre, yerel taleplerle bölgesel çatışmalar birbirinden ayrı değerlendirilemez. Bu bağlamda herhangi bir siyasi talep, batı tarafından İran nüfuzuna yönelik kurulmuş bir komploya giriş olarak addedilir.  
Lübnan, yerel ve bölgesel arasındaki bu ilişkilendirilmeden bir türlü kurtulamıyor. Her ne kadar halk hareketinin sokak protestolarında İran’ın rolüne veya Hizbullah’ın etkisine ya da silah sorununa değinilmemiş olsa ve politikacıların meseleyi ülkenin iç meselesi çerçevesinde tutma çabaları bulunsa da, hükümetin kurulabilmesi için bugünlerde öne sürülen planlar, Lübnan’ın bölgesel çatışmaların nesnesi olduğunu gözler önüne seriyor.  
General Mişel Avn’ın cumhurbaşkanı, Saad Hariri’nin de başbakan olmasını sağlayan siyasi antlaşmanın ihlal edilmesi pahasına, karşılıklı bağımlılıkların yeni bir formla tesis edilmek istendiği gözleniyor. Hristiyan Özgür Yurtsever Hareketi lideri Cibran Basil zedelenmiş olan bu eski antlaşmayı yeniden canlandırmak istiyor.
Saad Hariri, ‘halk hareketinin’ taleplerine karşılık veren tek yetkili olarak istifa etme yolunu seçti, bu da hükümetin tümünün istifasına yol açtı. Siyasi yönetim; iktidardaki Özgür Yurtsever Hareketi ve destekçisi Hizbullah, istifa ettiği için Hariri’yi asla affetmedi. Hariri’yi istifasını cumhurbaşkanının bilgisi dâhilinde gerçekleştirmemekle suçladılar, oysa Hariri anayasaya uygun bir şekilde istifasını yazılı olarak sunmuştu. Protestocuları da suçlayan yönetim, gösterileri ‘güçlü dönemin’ kazanımlarına bir tehdit olarak telakki etti. Nitekim gösterilerin, ÖYH lideri Cibran Basil’in bir sonraki adımda cumhurbaşkanı olma hayallerini de sekteye uğratma ihtimali vardı.
Öte yandan Hizbullah, göstericileri ‘uluslararası komplonun’ bir parçası olmakla suçladı, yabancı büyükelçilikler tarafından maddi olarak desteklendiklerini ileri sürdü. ÖYH ve Hizbullah doğal olarak, Hariri’nin istifasını da aynı komplo çerçevesinde değerlendirdi. Hasan Nasrallah göstericileri, kaldıkları çadırların, yedikleri yemeklerin kimler tarafından sağlandığını açıklamaya davet etti. Hizbullah’ın meclisteki grup başkanı Muhammed Raad daha da ileri giderek, protestocularla mücadeleyi Temmuz 2006’daki İsrail direnişine benzetti.
Raad; ‘’Boyutları, hedefleri ve sonuçları itibariyle mesele son derece ciddi, ancak İsrail’e karşı zafer kazandığımız gibi bu savaşı da kazanacağız’’ derken, bu savaşın kendi halkına karşı olduğunu gözden kaçırmış olmalıydı. Olsa olsa 2008’de Beyrut’taki (etik olarak hezimet olan) zaferlerine benzer bir kazanım olurdu bu.  
ÖYH ve Hizbullah, sokak hareketlerini şiddetle bastırmak istemelerine rağmen iki sebepten ötürü bu mümkün olmadı. Bu sebeplerden birincisi; Genelkurmay Başkanı Joseph Avn’ın yolları zorla açmayı ve göstericilerin toplanma hakkını şiddete başvurarak bastırmayı reddetmesiydi. İkinci sebep ise; Hizbullah destekçilerinin ağırlıklı olduğu Baalbek, Sur, Nebtiye gibi şehirlerde de geniş katılımlı protesto gösterilerinin gerçekleşmesiydi. Dolayısıyla Hizbullah bu gösterileri ‘komplo teorisi’ dâhilinde değerlendiremedi, bu noktada Nasrallah’ın söylemleri değişti; ilk başta Hizbullah bakanları olmak üzere, yolsuzluğa bulaşan tüm meclis üyelerinin ve sorumluların yargılanması gerektiği yönünde bir açıklama yaptı.
ÖYH ve Hizbullah’la temsil edilen iktidar partilerinin bu süreci kendi menfaatleri uyarınca yönetmek için girişimleri elbette olacaktı. ‘Komployu’ çevrelemenin yolunun rakip güçlerin temsilcisi olarak gördükleri Saad Hariri’yi yıpratmaktan geçtiğini düşündüler. Bu doğrultuda başlattıkları kampanya farklı yöntemler içeriyordu. Hariri’ye sokak gösterilerinin taleplerine aykırı olarak başbakan olması yönünde baskı kurmayı denediler. Hariri’nin bu teklifi reddetmesi üzerine, kendisinden, öne sürdüğü şartlarını hafifleterek, halk hareketinin kabul etmeyeceği isimleri desteklemesi istendi. Son olarak da Hariri’nin ‘’ya ben ya da kimse’’ yaklaşımında olduğu ve kendi dışında önerilen isimlere bu nedenle karşı çıktığı yönünde propagandaya başvurdular.
Bu durum Hariri’yi son derece öfkelendirdi ve yaptığı açıklamada Cumhurbaşkanı Mişel Avn’ı ‘’ülkenin içinde bulunduğu gerçekliği görmezden gelmekle’’ suçlayarak, hükümet başkanlığı görevini şiddetle reddettiğini vurguladı. Hariri’nin bu çıkışının ardından, Lübnan'ın üç eski başbakanı Fuad Sinyora, Tamam Selam ve Necip Mikati, Cumhurbaşkanı Mişel Avn’ı hükümetin kurulması çalışmalarında anayasaya aykırı davrandığı gerekçesiyle eleştirdi. Eski başbakanlar, anayasaya göre, hükümeti kurma görevinin bir kişiye verilmesinin ardından meclis istişarelerinin yapılabileceğini vurguladı.
Her ne kadar taraftarı olmasa da Cumhurbaşkanı Avn’ın Taif Antlaşmasını bu açık ihlali sert tepkilerle karşılandı.
Sonuç olarak Hariri, Dışişleri Bakanı ÖYH lideri Cibran Basil ile Hizbullah tarafından, kurulacak tekno-politik bir hükümete başkanlık etmekle, önerilecek bir ismi desteklemek arasında tercihte bulunmak zorunda bırakıldı. Bu politik oyunu kurgulayanlar ülke sorunlarına çözüm bulduklarını düşünebilirler. Öne sürülen bu ‘çözüm’, belki Hizbullahı ‘dış komplolardan’ koruyabilir ancak ne göstericilerin talepleri karşılanmış olur, ne de ülkenin içinde bulunduğu ekonomik krizden çıkış için bir imkân sağlar.