Fayez Sara
Suriyeli gazeteci-yazar
TT

Avrupa'da Irkçılık ve Suriyeliler

Avrupa’daki Suriyeliler ırkçılıktan yakınıyor. Almanya ve İngiltere’de, kısmen de Fransa’da yaşadığım son üç yıl içerisinde bu yakınmaları tekrar tekrar duydum ve yaşadım. Bu süre içerisinde diğer Avrupa ülkelerinde yaşayan ve bana ırkçı bir doğaya sahip hadiseler ve olaylar anlatan onlarca kişi ile karşılaştım.
Avrupa’da Suriyeliler farklı biçimlerde ırkçılık ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Birinci ırkçılık biçimi; “neden buradasın?” ya da “neden ülkene dönmüyorsun?” sorularında olduğu gibi varlıklarına itiraz edilmektedir. Suriyelilerin varlığına karşı bu itiraz daha sonra toplu olarak varlıklarına karşı olunduğunu gösteren mültecilerin sınır dışı edilmesini talep etme düzeyine ulaştı. Sonrasında ise sokaklarda ya da işyerlerinde bireylerin kişisel taleplerinin ötesine geçerek medya organlarında ele alınan toplu bir talep olarak ortaya çıktı. Hatta yetkililer, politikacılar, ulusal ve yerel parlamentoların üyeleri, sağcı parti ve grupların liderleri, kurumları içerisinde Suriyeli mültecileri sınır dışı etme konusunu açıkça dillendirmeye ve tartışmaya hatta gelecekte sınır dışı edilecekleri sözünü vermeye yöneldi.
Suriyeli mültecilerin varlığına itirazın sebeplerinin çoğu, iş fırsatları, vergiler ve sosyal yardımlarla ilişkili olarak ekonomiktir. Fakat bazı durumlarda sebepler, son yıllarda Avrupa ülkelerinin çoğunda yükselişe geçen, ekonomik kriz ile büyüyen bir eğilim olan ırkçı ideolojiden de kaynaklanabilmektedir. Bu da mültecileri reddedenlerin kimliklerine dikkati çekmektedir. Bunların çoğu aslında Suriyelilere karşı olumsuz düşüncelere sahip yerli halktan olmayanlardır hatta bazıları Arap kökenlidir. Bu kişiler, Suriyelileri, mültecilerin varlık gösterdikleri sektörlerde iş piyasası ve işgücü piyasasında potansiyel rakipleri olarak görmektedir. Bunun yanında Suriyelilerin varlığına itirazın nedenleri, ideolojik ya da siyasi de olabilmektedir. Bu nedenlerin temeli, Avrupa’daki Arap varlığının gerçeğinde mevcuttur.
Suriyelilere yönelik ırkçılığın ikinci biçimi, varlıklarına itiraz etmenin ötesine geçerek şekilleri ve kılık kıyafetleri, alışkanlıkları ve davranışlarındaki farklılıkları kınamaya kadar gitmektedir. Kadınların kıyafetleri ve özellikle de Müslüman kadınların alametifarikası sayılan, iş alanında kendilerine yönelik ayrımcılıkta temel bir rol oynayan başörtüsü, bu kapsama girmektedir. Suriyelilerin ulaşım araçlarında, kamusal alanlarda ve telefonda yüksek sesle konuşma adetleri de yine bu bağlamda yer almaktadır. Evcil hayvanlara özellikle de dini engellere ve hijyen alışkanlıklarına dayanan nedenlerle Suriyelilerin kendisine dokunmaktan kaçındıkları köpeklere yönelik samimi, cana yakın olmayan davranışları da bu bağlamdadır.
Suriyelilere yönelik ırkçılığın üçüncü biçimi, toplum ile iletişim ve bağlantı kurma aracı olan yerel dilleri bilmemeleri ile ilgilidir. Her ne kadar İngilizceye hakim mülteciler çoğu zaman Avrupalılar ile iletişim sorunun üstesinden gelseler de Suriyelilerin bu ülkelere gelmeden önce hiç duymadıkları yerel dilleri öğrenmeleri ve konuşmaları konusunda ısrar edenler de var. Oysa konuşulmasında ısrar edilen bu dilleri konuşanların sayısı, kimi zaman orta büyüklükte bir Suriye şehrinin nüfusunu bile geçmiyor. Bu ırkçılık türü, iş yerlerinde, bazen de resmi dairelerde uygulanıyor. Bunu uygulayanların çoğu yerel sakinler, çok azı göçmen asıllı olanlardır.
Suriyelileri hedef alan ırkçılığın dördüncü biçimi, onlarla iletişimi reddetmek, mülteciler ile vatandaşlar arasında doğal ilişkileri engelleyen zorluklar ve gerekçeler yaratmak ile somutlaşmaktadır. Bu da en çok ikili ilişkilerde ortaya çıkmaktadır. Sözgelimi, birlikteliği ve ortak yaşamı engelleyen genç erkek ve kızlar arasındaki ilişkiler, iş ortaklığı ilişkileri, Suriyelilerin kiralamak istedikleri konut, oda, yatırım amaçlı iş yerleri ve gayrımenkulle bağlantılı ilişkiler gibi. Bazıları mülteciler ile ilişkiyi reddetmelerine dair “kabul edilebilir” nedenler sunsalar da çoğu yerel halktan olan bazıları da bunu açıkça ve lafı dolandırmadan reddediyorlar. Yine bunlar arasında da göçmen kökenli olanlar ve Araplar var. Hatta bizzat kendim, sahip oldukları gayrimenkulleri Suriyelilere kiralamayı, kurumlarında kendilerine iş vermeyi reddederek ırkçılık yapan bazı Lübnanlı ve Suriyeliler ile karşılaştım. Bu tutumlarını haklı göstermek için öne sürdükleri gerekçeleri de yok değil.
Avrupa’daki ırkçılığın politikaları ve uygulamaları ile yalnızca Suriyelileri hedef almadığını belirtmemize gerek yok. Eski göçmen ve mültecilerin aralarında olduğu başkalarını da hedef alıyor. Fakat Suriyelilere yönelik ırkçılığın öne çıkmasının nedeni, çoğu Suriyelilerin kendilerine bağlı etkenlerin ve koşulların sonucudur. Bu etkenlerin ilki, yaklaşık 1 milyona ulaşan sayılarıdır ki bu Almanya ve İsviçre’de olduğu gibi bazı Avrupa ülkeleri için büyüktür. Ancak bu sayı, Türkiye’de yaşayan yaklaşık 4 milyon Suriyeli ile karşılaştırıldığında oldukça azdır. Halbuki Türkiye’nin yüzölçümü Avrupa’nın 10 milyon kilometre kareye ulaşan yüzölçümünün onda birinden daha azdır. Nüfusu, 740 milyona ulaşan Avrupa nüfusunun onda biridir. Ekonomisi dünyanın beş kıtası arasında birinci sırada yer alan Avrupa ekonomisi ile kıyaslanamaz.
Avrupa’daki Suriyeli mültecilerden bahsederken iki hususa da mutlaka dikkati çekmeliyiz. Bunlardan birincisi, bu ülkelere gelen gruplar ile kendilerini konuk eden toplumlar arasındaki (İngiltere’de her zaman olduğu gibi) medeniyet ve kültür farklılığıdır. Diğeri ise mültecilerin ülkelerinde yaşadıkları ve kendilerini ülkelerini terk edip Avrupa’ya iltica etmeye iten olaylarla ilişkilidir.
Birinci husus ile ilgili olarak, mülteciler ile kendilerini konuk eden ülkelerin yerli sakinleri arasında adetler, gelenekler, kültürel ve medeni miras konusunda farklılar vardır. Özellikle çok sayıda mültecinin (Almanya’da 530 bin, İsviçre’de 110 bin, Avusturya’da 50 bin) varlığında iki taraf arasındaki büyük farklar, toplum içerisinde daha görünür hale gelmektedir. Ülkenin asıl sakinlerinin bu yeni gelenlerin yaşamlarında farklı yönlerde ve çeşitli düzeylerde somut değişimlere neden olacaklarını hissetmelerine yol açmaktadır. Bu da korkuları ve politikalara dönüşebilecek ırkçı uygulamaları meydana çıkarmaktadır. Zira bilindiği gibi Avrupa ülkelerinde politikalar, bir yönü ile kitleler tarafından üretilir.
İkinci hususa gelince, mültecilerin yıllardır şiddetin, ülkelerin ve radikal grupların neden olduğu terörün öğüttüğü bir ülkeden geldiklerine, ölümden kaçtıklarına, arkalarında sahip oldukları tüm mal ve mülkü bıraktıklarına dikkat çekmeliyiz. Bazılarının kişisel belgeleri olmadan ülkelerinden çıkmak zorunda kaldıklarına, bazılarının ölüm botları ile üzerlerindeki kıyafetler dışında yanlarına hiçbir şey almadan denizi geçip Avrupa’ya ulaştıklarına işaret etmeliyiz. Ellerinde kalan çok az şeye de yol boyunca karşılaştıkları insan kaçakçılığı ve hırsızlık yapan çetelerin el koyduğunu belirtmeliyiz. Mültecilerin çoğuna yaşadıkları ve tanık oldukları bu olaylardan büyük bir korku ve acının miras kaldığının, bu olayların arkasında iyileşmesi için uzun bir zamana ve tedaviye ihtiyacı olan yaralar ve hastalıklar bıraktığının altını çizmeliyiz.
Avrupa’daki Suriyeli mülteciler, kendilerini kuşatan ve kuşatmaya devam eden tüm zorluk ve engellere rağmen geçtiğimiz yıllar içerisinde oradaki varlıklarını kanıtladılar. Ortaya çıkan sorunlara ve zorluklara rağmen toplumlar ile olumlu bir biçimde etkileşime girmek konusunda en yetenekli, yerel dili öğrenmek, eğitim ve işgücü piyasasına dahil olarak entegrasyonda en kabiliyetli mülteci grubu olduklarını ispatladılar. Bu sonuç, ne bir kişisel takdir ne de çıkarsamadır. Avrupa’da en büyük iki Suriyeli mülteci toplumunu barındıran Almanya ve İsviçre devletlerinin resmi itirafıdır. Fakat maalesef hem bu iki ülkede hem de diğer Avrupa ülkelerinde ırkçı duygular gittikçe yükselmektedir. Bu yüzden, yalnızca Almanya ve İsviçre’nin değil Avrupa’nın tamamının mültecilere yönelik politikalarını gözden geçirmesi gerekiyor. Çünkü bu politikaların düzeltilmesi gereken kusur ve eksikleri olduğu kanıtlanmıştır.