Racih Huri
Lübnanlı yazar
TT

Lübnan: Kader ve destek krizi

Avrupa Birliği ülkeleri büyükelçileri, kendileri ile Saray’da bir araya gelen Hassan Diyab’ın, “Lübnan’ın Avrupa ülkelerinin istikrarına ne kadar önem verdiğini bildiğine, bu istikrarın sarsılmasının Avrupa’ya da olumsuz etkileri olacağına, bu nedenle çeşitli seviyelerde acil yardıma ihtiyacı olduğuna” dair sözlerini dinlerken hayrete düştüler.          
Büyükelçiler şaşkınlıkla birbirlerine bakarak buna benzer sözleri daha önce de duyduklarını hatırladılar. Recep Tayyip Erdoğan da Avrupa Birliği ülkelerini mülteci akını ile tehdit etmişti. Hasan Ruhani, Donald Trump’ın yırttığı nükleer anlaşmayı kurtarmaması durumunda Avrupa’yı teröristler ile tehdit etmişti. Şimdi Lübnan Başbakanı da ülkesini vuran boğucu ekonomik kriz sonucunda yaşanabilecek herhangi bir kaosa karşı Avrupalıları üstü örtülü uyarıyordu. Yağma, yolsuzluk, 20 yılı aşkın bir süre politikacıların çoğunun katıldığı efsanevi hırsızlıkların neden olduğu ekonomik krizin yol açacağı kargaşanın, Suriyelileri Avrupa ülkelerine göç etmeye itebileceği uyarısında bulunuyordu.
Oysa bilindiği gibi, Suriyelilerin Avrupa’ya gizlice girmek için çıktıkları bu göç yolculuğu yıllar önce kuzeydeki Trablus kıyılarından başlamış bulunuyor.
Diyab, bu akortsuz teli çalan ilk yetkili değil. Ondan yıllar önce Beyrut’taki birçok yetkili bu telden çalmış ve Avrupa’nın Lübnan’a yardım etmeye önem verdiği düşüncesine güvenmişlerdi. Göç korkusuyla, Lübnan’ın bitkin ekonomisini desteklemek için konferanslar düzenleyip bağışlar toplayacağına güvenmişlerdi. Bu yüzeysel yargı ve kanaatte, demokrasi ruhundan yoksun bir bölgede parlamenter bir demokrasi olarak Lübnan’ın sahip olması gereken önemli politik role ve anlamına yönelik örtük bir küçümseme ve aşağılama gizlidir.
Daha da ilginci, Diyab’ın konuşmasında Lübnan’ın siyasi durumunun gerçekliğini ondan daha iyi bilen Avrupalı büyükelçilerden gerçeği gizlemeye çalışmasıydı. Diyab tek kelime ile şunları söyledi: “Hükümetimizin, parti üyesi olmayan uzmanlardan oluşan bir hükümet olduğunu biliyorsunuz. Hükümette görev alan teknotratlar, Lübnan’ı mali, sosyal ve ekonomik krizlerinden, geçim sıkıntısından kurtarmak için kendilerini onun hizmetine adadılar. Hükümetimizin ayrıca zorlu ekonomik, finansal ve sosyal koşullar nedeniyle 17 Ekim’de patlak veren bir halk devrimi sonucunda göreve geldiğini biliyorsunuz. Bu nedenle hükümetimiz devrimin taleplerini benimsemektedir.”
Saygıdeğer büyükelçiler bir kez daha şaşkınlığa hatta gizli bir öfkeye kapılmışlarsa doğrusu bu çok doğaldır. Çünkü Diyab bu sözleriyle adeta hepsini açıkça ve doğrudan aptal yerine koymaya çalışıyor gibi görünüyordu. Zira ilk olarak; Lübnan’daki her vatandaş gibi büyükelçiler de Diyab’ın hükümetinin tek renkli bir hükümet olduğunu çok iyi biliyorlar. Partilerin özellikle de Hizbullah, Emel Hareketi ve Özgür Yurtsever Hareket’in oluşturduğu ittifakın rahminden doğduğunu, kuruluşuna eşlik eden partisel ve siyasal zorlukları hatta bakanlıkların nasıl paylaşıldığı hakkında yeterince bilgi sahibiler.
İkincisi ve daha da kötüsü, devrimcilerin hükümetine karşı düzenlediği gösterilerinin arasından kendilerine zorla yol açarak Saray’a ulaşan büyükelçilere Diyab’ın söz konusu hükümetin halk devriminin talebi sonucunda kurulduğunu ve devrimin taleplerini benimsediğini söylemekten kaçınmamasıdır. Bu sözler gerçeğe tamamen aykırı çünkü Lübnan’da devrim; bu hükümete, yolsuzluğa, yağmaya, kamu malına yönelik acımasız politik soygunlara karşı çıkıyor. “Hepiniz yani hepiniz” sloganını benimsemiş bulunuyor. Bu slogan halk devriminin, ülkedeki tüm siyasi gruplardan hesap sorulması ve yargılanması gerektiğini düşündüğü anlamına geliyor. Peki yeni hükümeti kuranlar, bu gruplar arasında yer alırken devrim nasıl hükümeti destekliyor olabilir?
Diyab ayrıca elektrik, ilaç, gıda maddeleri ve ham maddeler başta olmak üzere Avrupa ülkelerinden her düzeyde acil yardım talep etmekten kaçınmadı. Avrupalılara ihtiyaçları için gerekli krediyi verme çağrısında bulunmakta tereddüt etmedi. Hükümetinin CEDRE (Sedir) Konferansı kararları ile uyumlu gerekli reform planını hazırladığını ekledi. Bu sözleri de büyükelçiler arasında şaşkınlıkla karşılandı çünkü söz konusu hükümet, meclisten güvenoyunu ancak anayasal hile yöntemi ile alabilmişti. Kuruluşu sırasında gösteriler şiddetle bastırılmaya çalışılmıştı. Bu sırada 45 gösterici yaralanmış, gaz bombaları ve tazyikli su nedeniyle 376 boğulma vakası kaydedilmiş, kurşunlar bazı göstericilerin gözlerini oymuştu.
Büyükelçiler bu sözlerin faydasız olduğunu biliyorlar. Nitekim Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Yves Le Drian, Lübnan’ın varlığını tehdit eden bir krizle yüz yüze olduğu açıklamasını yapmıştı. CEDRE Konferansının kararlarının uygulanmasının takibinden sorumlu Fransız Büyükelçi Pierre Dukan, Beyrut’u iki kez ziyaret etmişti. Devrim patlak vermeden önce yetkililer ile bir araya gelmiş ve onlara tek kelimeyle şunu söylemişti: “Lübnan’da reform imkânsızdır.” Diğer ziyaretinde yetkililere, bağışçı ülkelerin CEDRE kararlarına yönelik yükümlülüklerini yerine getirmeye hazır olduklarını iletmişti. Ancak Lübnan devleti bunun için hiçbir plan ortaya koyamadığı için Dukan, “Beyrut’ta kötüden başka bir şey bulamadım” sözleri ile ülkeden ayrılmıştı.
Bütün bunlar göz önüne alındığında büyükelçilerin Diyab ile gerçekleştirdikleri görüşmeden şoka uğramış bir şekilde ayrılmaları oldukça doğal. Zira daha güvenoyu almamış bir hükümetin CEDRE kararlarını uygulamak için gerekli reformları içeren bir plan hazırlamış olduğunda bahsetmesi yeterince şaşırtıcı ve şoke edici değil mi?
Bu nedenle, hükümetin güvenoyu almasından hemen sonra Salı günü Paris’te toplanan Lübnan için Uluslararası Destek Grubu bir bildiri yayınladı. Bildiride yeni hükümete Lübnan halkının altında ezildiği krizleri durdurmak için hemen ve kesin bir biçimde güvenilir, kapsamlı ve somut bir dizi reform ve tedbirler alma çağrısında bulundu. Bu da, Diyab’ın planlar ve reformlar hakkındaki sözlerinin doğru olmadığının bir kanıtıdır.
Uluslararası Destek Grubu, Lübnan’ı desteklemeye hazır olduğunu gösterdi. Ama aynı zamanda hükümetin onayladığı 2020 bütçesinin sürekliliği garanti altına alacak biçimde gözden geçirilmesi çağrısında da bulundu. Enerji sektörü başta olmak üzere temel sektörlerde reform talebinde bulundu. Ancak asıl şaşırtıcı olan, Diyab’ın hükümetinin yayınladığı bakanlar kurulu bildirgesinde, eski hükümetlerin elektrik konusundaki planlarını benimsemiş olmasıdır. Lübnan’da düzenli elektrik kesintilerinin saatleri artıp ülke karanlığa ve iflasa sürüklenirken hükümet, şu ana kadar 43 milyar dolara mal olan ve neredeyse 100 milyar dolara ulaşan kamu borcu içinde elektrik sorununun % 47 oranına ulaşmasına yol açan planları benimsiyor.
Elektrik sektörünün yıllık iki milyar dolara ulaşan bir desteğe ihtiyacı var ancak eski Maliye bakanının belirttiği gibi hazine bomboş “tek bir kuruş yok.” Bunun yanında devletin, Eurobond takas işlemleri çerçevesinde mart ayının sonunda 2 milyar 300 milyonluk bir borcu ödemesi de gerekiyor. Ama hazine tamamen boş olduğu için bu borç ancak Merkez Bankası yani hesaplarından birkaç dolar çekebilmek için bankalar önünde uzun kuyruklar oluşturan Lübnanlı mevduat sahipleri tarafından ödenebilir.
Tüm bunlar bir yana, Uluslararası Destek Grubu bildirisinin sonunda altını çizdiği bir çağrıda daha bulundu. Lübnan İçin Uluslararası Destek Grubu, Lübnan’a BM Güvenlik Konseyi’nin 1701 ve 1559 sayılı kararları ve ilgili diğer kararları uygulama çağrısında bulundu. Bu kararlar, silahın sadece devletin elinde olması, Hizbullah’ın silahsızlandırılması, Taif Anlaşması’nın, Baabda Bildirgesi’nin ve tarafsızlık politikasının uygulanmasına ilişkin kararlardır. Ancak Hizbullah ile Emel Hareketi ve Cumhurbaşkanı Mişel Avn’ın partisini kapsayan ittifakın rahminden doğan bir hükümetin bu kararları kabul etmesi ve uygulaması zordur.
Burada sorun Başbakan’ın, içeride şiddeti artan bir devrim ve her an patlak verebilecek bir kıtlık ile yüzleşen hükümetine yardım ve destek kapılarının tamamen kapalı olduğunu bilmesine rağmen yardım istemek için Körfez ve Arap ülkelerini ziyaret etmek niyetinde olduğunu açıklamasıdır.   Beyrut’un güneyinde İran’ın yönettiği ve Suudi Arabistan’a saldırmak için bir platform gibi kullandığı Husilere ait ‘el-Mesire’ ile ‘el-Neba’ kanallarının varlığına göz yumup ses çıkarmazken, Lübnan’ın herhangi bir yardım elde etmesinin imkânsız olduğunu bilmiyormuş gibi bu ülkeleri ziyaret etmekten bahsetmesidir.