Sam Mensa
TT

Salgın ve Lübnan hükümetinin zayıf bağışıklığı

Bugün Lübnan gibi aynı anda bu kadar çok felakete maruz kalmak ender sayıda devletin kaderi olmuştur. Öyle ki Lübnanlıların ülkelerinin sorunlarından başlarını kaldırıp yakın ve uzak komşularının çok ve ciddi olan sorunlarına göz atmaları zorlaştı. 40 yıldan fazla bir süredir Lübnan siyasi bir çöküşten, Lübnanlıların kendisi ile yaşamaya zorlandıkları istisnai koşullardan muzdariptir. Bunların beklendik sonucu olarak da ülke, 1975-1990’daki iç savaşın en ciddi ve zor dönemlerinde bile yüzleşmediği bir ekonomik ve finansal çöküş sürecine girdi.
Bugün kötüleşen siyasi, ekonomik ve finansal krizlere bir de sağlık krizi eklendi. Koronavürüsü diğer ülkeler gibi Lübnan’ı da istila etti. Ancak Lübnan diğerlerine göre daha sıra dışı bir durumda çünkü saldırı, bu krizlerin ortaya çıktığı ve birbirine karıştığı bir döneme denk geldi. Bu da sıradan vatandaşı, vatanının yaşanılan ama tutarsız ve uyumsuz siyasi bir alana dönüştüğünü hissetmesine yol açtı. Devletini, kendi işini gören bir devletin vasıflarına sahip olmayan, insanların işlerini, koşullarını ve çıkarlarını kapsamak yerine bir düzenleyici gibi gözeten bir devlet gibi görmesine neden oldu. Halihazırda görevde olan Hassan Diyab hükümetinin kuruluş sürecinde karşı karşıya kalınan tüm sorun ve ikilemlere rağmen Lübnanlılar, tek renkli bir hükümet olmasının en azından siyasi, ekonomik ve güvenlik kararlar –yanlış ya da doğru olması bir yana- üzerinde bir uzlaşı sağlayacağını düşünmüşlerdi. Bütün tarafları içeren ve ulusal birlik şemsiyesi altında kurulan geçmiş hükümetlerin performansına egemen olan durgunluktan kurtulmasını sağlayacağını sanmışlardı. Lübnanlılar tek renkli hükümetin kurulmasıyla, işlerin yürümesini engelleyen, kararların alınmasını önleyen, alındığında ise yürürlüğe girmesinin önüne geçen “diğer taraf” bahanesinin ortadan kalkacağını zannetmişlerdi. Ancak ekonomik ve finansal krizin yanı sıra koronavirüsü krizi ile mücadele kapsamında yaşananlar bunun aksini kanıtladı. Bu hükümetin kendinden öncekiler gibi aciz olduğunu, pazarlandığı gibi bir bağımsızlar ve uzmanlar hükümeti olmadığını ispatladı. Aksine finansal ve ekonomik koşullar ile yeni sağlık sorununu çözme yaklaşımı, gerçekte politikaları üzerinde hakim olan tek bir grubun hükümeti olduğunu gösterdi.
Finansal ve ekonomik krizini çözmek için Lübnan’ın önünde sadece iki seçenek olduğu konusunda bir oybirliği var. Birinci seçenek, Birkaç devletin bir araya gelip kendisini içinde bulunduğu krizin dibinden çıkarabilmeleri için Uluslararası Para Fonunun (IMF) tavsiyelerini yerine getirmek. İkincisi, Arap ve özellikle de Körfez ülkelerinden destek istemek. Elbette başta bölgesel boyutta olmak üzere takip ettiği resmi yaklaşım ve tutumunu değiştirdikten, bölgedeki çatışmaların bir tarafı olmayı bırakması gerekir. İkinci seçenek, kendisini Suriye savaşından gerçekten geri çekmesi, Hizbullah aracılığıyla Irak ve Yemen’deki çatışmalara karışmayı bırakması, başta Körfez olmak üzere Arap ülkelerine yönelik saldırılarını durdurması, Hizbullah ve İran ekseninin egemenliğini ve kararını ele geçirmeden önce diplomasisinin temel olan denge ve orta yol politikasında dönmesi durumunda krizi çözebilir.
Ne var ki yönetim bu iki seçenekten birisini seçmek yerine zeki görünmeye çalışan ve karşısındakinin zekasını hafife alan politikayı takip etmeyi sürdürdü. Bir hükümet kurdu ve bunu yerel, bölgesel ve küresel kamuoyuna uzmanlardan oluşan ve her düzeyde başta Hizbullah ile İran ekseni ve politikalarından bağımsız bir hükümet gibi sundu. Uluslararası toplumu, IMF’yi ve Arap ülkelerini hükümetin bağımsız olduğuna inandırabileceğini, kendisine yardım edip yatırım yapmaya ikna edebileceğini sandı. Gerçekte ise hiçbir şekilde tarafsızlığını ve yönelimlerinin güvenirliğini kanıtlayacak tek bir somut adım bile atmadı. Sadece IMF’ye danışmakla yetindi.
Koronavirüsü sorunu, bu hükümetin kusurlarını, aldatıcı ve parlak tek partili rengini açığa çıkardı. Salgının yayılmasını önlemek konusundaki kötü performansı Hizbullah’ın kararları üzerindeki etki ve gücünün büyüklüğünü yansıttı. Hizbullah’ın Uluslararası Refik Hariri Havalimanı üzerindeki kontrolünün boyutunu gösterdi. Öyle ki hükümet, virüsün ülkeye ulaşmasından sonra bir ay boyunca İran başta olmak üzere enfeksiyonun en yaygın olduğu ülkelere hava seferlerini durduramadı. Lübnanlılar televizyon ekranlarından ve sosyal medyadan bu ülkelerden gelen son kişilere uygulanan gelişigüzel ve oyun gibi “sağlık önlemleri” takip ettiler. Aynı durum, bir salgın durumunda alınması gereken önlemler düzeyine ulaşmayan zayıf ve ilkel sağlık önlemlerinin uygulanarak açık bırakılan sınır kapıları için de geçerliydi. Ülkeye çeşit çeşit silahlar ve farklı uyruklardan sayısız savaşçı sokanlar için Lübnan ve Suriye arasında çok sayıdaki yasadışı ve askeri girişler aracılığıyla İran ve Suriye’den gelen ve hastalık taşıyan savaşçı ve sivillerin ülkeye girişini sağlamak zor bir iş değildi.
Bunun tek bir anlamı var o da Lübnan’ın hava sahasını ve sınır kapılarını açık bırakma kararı almasının nedeninin her şeyden önce Hizbullah’ın çıkarları olduğudur. Hepimiz Hizbullah’ın para, silah ve savaşçı akışının sürmesi için İran ile hava ve kara köprülerini açık tutmaya verdiği önemi biliyoruz. Ne var ki bugün daha büyük bir tehlike bulunuyor. Hükümetin bilgisi ve denetimi dışında enfeksiyona yakalanmış İranlı şahsiyetlerin, Beyrut’un güney banliyösündeki hastanelerde tedavi görmek için Lübnan’a ulaştığına, vaka ve ölüm sayısını, hastaların uyruğunun gizlendiğine dair bilgiler ortada dolaşıyor.
Bu bilgilerin doğruluğundan emin olmak zor ancak eğer doğruysa bu, Hizbullah ile İran arasındaki bağın ne kadar güçlü olduğunu bir kez daha doğruluyor. Hizbullah’ın destekçileri ve tabanının sağlığı pahasına ve Lübnan’ın yüksek çıkarlarını önemsemeden sağlık alanında sahip olduğu kapasiteyi de İran’ın hizmetine sunduğunu gösteriyor. Hizbullah’ın koronavirüsünün böyle kolayca yayılmasını sağlaması, gerçekleştirdiği tüm ihlallere karşı öne sürdüğü bir Lübnan partisi olduğu gerekçesini geçersiz kıldı. Sırtındaki Lübnanlı abasını aldı. Geriye biz Lübnanlılara da ülkesi içindeki ortaklarının sağlığını hiçe sayacak kadar bir dış gücün rehini olan bir taraf ile yaşama kapasitemizi sorgulamak kaldı.
Ülkenin tamamen Velayet-i Fakih rejimi ve yerel temsilcisinin eline geçtiği teranesini tekrarlamaktan bıktık. Hükümetin korona krizini yönetme yöntemi hiç kimse için sürpriz değildi. Hizbullah’ın temsil ettiği İran’ın çıkarları daha önce nasıl siyasi, askeri, ekonomik, finansal ve güvenlik alanında ön planda tutulmuşsa bugün de sağlık alanında ön planda tutuluyor. Ülkemiz bugün ikisi de öldürücü iki yol ile karşı karşıya: Hizbullah’ı kendi bölgesinde izole etmek. Lübnan’ın geri kalanında neler olup bittiği ile ilgilenmeden siyasi, güvenlik, ekonomik ve sağlık işlerini özerk bir biçimde yönetmesine izin vermek ve onu kendi kaderine bırakmak. Nitekim sayın Nasrallah finansal kriz patlak verdiğinde Hizbullah’ın bundan etkilenmeyeceğini ve bölgesini krizin etkilerinden uzak tutabileceğini ve kontrol edebileceğini vurgulamıştı.
İkinci yol ise; karşı karşıya olduğu sorunlar nedeniyle Hizbullah’ın bunu başaramaması dolayısıyla devletin kontrolünü daha çok ele geçirmesidir. Ülkeye zorla tüm siyasi, ekonomik ve sosyal yönelimlerini dayatması, daha önce Nasrallah’ın önerdiği gibi ülkeyi tamamen Çin ve Rusya’nın safına, Irak, İran ve Suriye gibi pazarlara çekerek tam bir çöküşe sevk etmesidir.
Bu politika ile Lübnan bir zamanlar bölgede kendisini öne çıkaran özelliklerinden geride kalanları da kaybedecek. Mevcut hükümet ve diğer Lübnanlı taraflar bugün gösterdikleri performansı sürdürmeye ve aynı tepkiyi vermeye devam ettikçe Lübnanlıların yazgısı bu olacak. Hizbullah ve hükümeti onları zorla istemedikleri yere sürükleyecek. Asıl felaket ise, her şeyi görmemize ve duymamıza rağmen erimenin eşiğinde bir vatan, çözülmek üzere olan bir devletin vaat ettiği sefil bir geleceğe ulaşmamak için bize dayatılan kaderi kınayan bir hareketlenme görmememiz, bir ses duymamamızdır.