Sam Mensa
TT

Ya devleti ya da Hizbullah’ı feda etmek

Lübnan’ın gerçekten de İran’ın uzantısı olan Hizbullah’ın liderlik ettiği darbenin son perdesini yaşadığını tekrarlamak sıkıcı ve anlamsız bir hale geldi.
Cumhurbaşkanlığı, yürütme ve yasama organları üzerindeki kontrolünü pekiştiren Hizbullah, şimdi de ülkenin ekonomik ve finansal zenginliklerini kontrol altına alarak ülkeyi tam anlamıyla ele geçirmeye çalışıyor.
Hizbullah güdümündeki hükümetin, ekonomik, finansal ve nakit para krizine yönelik öne sürdüğü tedbirler bunu açıkça gösteriyor. Hükümetin Uluslararası Para Fonuna (IMF) başvurmak gibi bir düşüncesinin olmadığına yönelik işaretler, Bankacılık Denetim Komisyonu’ndaki açık kadrolar ve  Merkez Bankası başkan yardımcıları için yapılacak atamalar konusunun çözülmesi ışığında bu tedbirler, bankacılık sektörü ve onunla birlikte tüm Lübnan varlığını öldürerek acısını dindirecek son kurşun gibidir.
Teknik ve partici olmayan yaklaşımları ile bilinen Lübnanlı bir iş insanı ile ülkenin durumu, boğucu krize bir çözüm olarak bankaların mevduatlarından küçük ya da büyük kesintilerde bulunmanın sonuçları hakkında konuşurken söylediği bir şey dikkatimi çekti.
İş insanına göre önümüzde sadece iki seçenek var:
Ya Hizbullah fedakarlık yapıp ülke ve vatandaşların boğazını sıkan politikalarından geri adım atmalı ya da biz hayalini kurduğumuz özgür ve renkli Lübnan’dan vazgeçmeliyiz.
Bunu daha fazla açıklamasını istediğimde muhatabım şunu vurguladı: Kriz, tek bir seçeneği benimsemekten başka bir çözümün olmadığı seviyeye ulaştı. Bu seçenek ise, uluslararası havalimanı ve Beyrut limanı gibi devlete ait tesislerin, iletişim ve elektrik vb. sektörlerin özelleştirilmesi veya tahsis edilmesidir. Ekonomik hayatın geri dönüşü için hayati bir önem taşıyan bankacılık sektörünün kalkındırıcı rolünü ve borç ödeme gücünü geri kazanması, devletin borçlarının bir bölümünü ödemesi için bu bir gereklilik. Elbette özelleştirmeye köklü reformlar da eşlik etmeli.
Ancak bu çözümün önünde bir engel var. O da genel olarak dünyanın ve özelde Arap ülkelerinin, korona salgını, petrol fiyatlarının düşmesi, üretim ve tüketim döngüsünde uzun veya kısa bir süre devam etmesi beklenen daralma ve küçülme gibi diğer nedenlerden dolayı sıkıntı içinde olmasıdır.
Bu, söz konusu ülkelerin devlet tesislerini doğrudan veya para fonları, krediler ve mevduatlar aracılığıyla finanse etme riskini alarak Lübnan’a yardım etmelerini zorlaştırabilir.
Dolayısıyla umut olarak geriye sadece büyük şirket ve işletme sahibi bireysel yatırımcılar kalıyor. Ama  bu kişiler de kontrol eden ve hükmeden taraf, yaptırımlar ve terör suçlamaları ile kuşatılmış, azınlık ekseni politikalarını aşırı bir şekilde benimsemiş Hizbullah oldukça devlet tesislerinin özelleştirme veya tahsis edilme sürecine katılmak istemeyeceklerdir.
Buna ek olarak, bu yatırımcıların çoğu Hizbullah’ın düşmanı olan ülkelerin vatandaşları. Ayrıca, Lübnanlı siyasi sınıfına karşı güvensizliği, yaygın yolsuzluğu, zayıf yargı ve hukuk devletini, bunların yatırımcıların haklarını koruma gücüne sahip olmadıklarını da göz önünde bulundurmalıyız.
Bu ne demek?
Açıkça, basitçe, gözlemcinin ekonomi ya da finans uzmanı, büyük üniversitelerin ekonomi ve finans bölümlerinden mezun olmasına gerek olmadan da anlayabileceği gibi bu: Krizden doğru araçlar ve ulusal diyalog ile çıkma olasılığı önünde Lübnan ufkunun kapalı olduğu,  bu nedenle banka mevduatlarında belirli yüzdelerde kesintiler yapmak gibi dolambaçlı ve yasal olmayan diğer yollara başvurulduğu anlamına gelmektedir.
Bu adım, anayasal kurumlarının saf dışı bırakılması, devlet ve siyasi sisteminin içinin boşaltılmasından sonra bildiğimiz Lübnan’ı özellikle de serbest ekonomi sistemini ortadan kaldıracak bir adımdır.
Bankaların büyük mevduatlarda kesintiler yapılması, yol açacağı güven kaybı ile ilk olarak bankacılık sektörünün uzun yıllar hatta dönüşü olmayacak şekilde felce uğramasına neden olacaktır.
Oysa güven, bankacılık sektörünün 50’li ve 60’lı yıllardan itibaren gelişmesinin sebebiydi.
Ta ki 1966 yılında Intra Bankası krizi yaşanana kadar. Bu kriz nedeniyle Lübnan, petrol gelirlerinden ya da Petro-dolarlardan mahrum kaldı ve kendisinden çok az yararlanabildi.
1969 yılından itibaren ise Lübnan, bir siyasi istikrarsızlık ve güvensizlik döngüsüne girdi.
1975 yılında bu döngü zirveye ulaştı ve 1990 yılına kadar silahları susmayan ve katliamları durmayan iç savaş patlak verdi. 
Dediğimiz gibi bu savaş 1990 yılında sona erdi ancak etkileri ve sonuçları Lübnan gerçeğinin toprağını kazmayı sürdürüyor. Aşamaları halen devam ediyor. Çünkü savaş baronları, ateşkes ile milis çatışma alanlarından iktidar, otorite ve gücü kontrol etme alanına geçiş yaptılar.
Lübnan’daki çatışmayı, gruplar çatışmasından mezhepçi çatışmaya dönüştürdüler. Bu gizli savaş, siyasi kutuplaşma, periyodik şiddet, Lübnan sosyal yapısında azınlığın ve mezhepçiliğin, dış güçlere bağlılığın artması gibi çeşitli örtülere büründü.
Bugün de ekonomik ve finansal kriz ile bir kez daha başını uzatıyor. Bütün bunlar Lübnan’ın ayırt edici özelliği sayılan bankacılık sektörünün bölgemizde en güçlü bankacılık merkezlerinden birine dönüşmesinin önüne geçti.
İkincisi; bu haircut (kesintiler-iskontolar) sadece büyük mevduat sahiplerini değil ekonomik döngünün tamamını etkileyecektir. Hatta devletin maliyesine kadar ulaşacaktır. Çünkü bu kesimin mevduatlarının bir bölümünü yitirmesi, bu kesimin yatırımlarından ve yaşam tarzlarından yararlanan toplumdaki daha zayıf kesimlerin hayatlarında da etki bırakacaktır.
Bu kesintilerin ayrıca kesinti yapabilmek için var olan mevduatlara ihtiyacı olduğuna işaret etmek de yararlı olacaktır. Oysa, devlet kendilerini harcadığı dolayısıyla sadece defterlerde var oldukları için halihazırda bankalardaki mevduatların büyük bir bölümünün muhtemelen artık bir değeri yok.
Üçüncüsü, burada Dürzi lider Velid Canbolat’ın geçen hafta Nida el-Vatan gazetesine verdiği mülakatta dikkat çektiği bir noktaya atıfta bulunmak istiyorum. Canbolat, hükümetin özellikle finans ve bankacılık alanı ile ilgili reform belgesinin ortaya çıkardığı tablonun, ülkeyi daha çok bölge devletlerinin askeri darbeler, millileştirme ve el koymalara tanık oldukları, kendilerinden izin alınmadan büyük yatırımcıların paralarından yararlanıldığı dönemde içine düştükleri duruma sürüklediğine dikkat çekmişti.
2010-2011 yıllarında Arap Baharının patlak vermesi ile söz konusu ülkelerde yaşananlara sebebiyet veren iktidarların çocukça ve düşüncesiz uygulamalarına benzer uygulamalar içerdiğini belirtmişti. İşin içyüzünü bilen Canbolat’ın söylemek istediği, hükümetin benimseme niyetinde olduğu uygulamaların hükmen serbest ticaret sistemimizin değişmesine, Taif anlaşmasının çökmesine ve azınlıklar ittifakının oluşmasına yol açacağıdır. Canbolat’ın açıklamaları, ülkeyi tamamen ele geçirme planının son aşaması olarak bankacılık sektörünü kontrol altına almak isteyen iktidardaki siyasi grubun isteğini yansıtmaktadır.
Geriye kalan en büyük ikilem, korona krizinin sona ermesinden ve hayatın normale dönmesinden sonra bölgedeki temel değişimlerin ışığında Lübnan’ın ne olacağıdır. Bu temel değişimler arasında, petrol fiyatlarının gerilemesi ve bunun Lübnan’a yardım etmekle ilgili taraflar için taşıdığı anlam vardır. Keza korona krizi, yaptırımlar, nüfuz alanlarından Irak’ta Mustafa el-Kazimi’nin hükümeti kurmakla görevlendirilmesi ile Şiiler arasında görülmeye başlayan çatlaklar, Yemen’de Ensarullah projesinin tıkanması, Suriye’de rolünün gerilemesi, son olarak Lübnan ve hiç kimsenin nasıl sona ereceğini bilmediği sorunları gibi birden fazla sorunla yüzleşen İran’ın petrol fiyatlarından nasıl etkileneceği de.
Bu tablo, Hizbullah’ı performansını değiştirmeye, ülkenin geriye kalan zenginliklerini koruyacak bir uzlaşıya ulaşmak için 2000 yılından bu yana alıkoyduğu rehineyi serbest bırakmaya sevk eder mi?
Yoksa gerçekten de bu ülkenin yaşamının son evresine girdik ve Hizbullah’ın gücünü feda etmesi ya da bildiğimiz anlamı ile Lübnan’dan vazgeçmemiz dışında üçüncü bir seçeneğimiz kalmadı mı?