Muhammed Rumeyhi
Araştırmacı yazar, Kuveyt Üniversitesi'nde Sosyoloji profesörü...
TT

Geleceği okuma macerası

Yazılı ve işitsel medyada en çok tartışılan konulardan biri de yaşadığımız salgın sonrası geleceği, yarının dünyasının bizlere neler taşıdığını okuma çabasıdır. Bunlar çoğunlukla, kimisi tarihi deneyimlere kimisi de yazarının isteği ve bilgisi ile benzerlik gösteren (olası) okumalara dayanan yargılar ve tahminlerdir. Oysa eski tarihsel gerçeklere dayananlar bile doğrulanamaz çünkü tarih tekerrür etmez!
Bazıları kesin bir şekilde “Salgınların insanları geçmişten kopmaya zorladığını” dolayısıyla geleceğin farklı olacağını söylüyorlar. Bazıları da Çin’in dünya liderliğine yükseleceği ve ABD’nin gerileyeceği öngörüsünde bulunup buna birçok kanıt gösteriyorlar. Başlangıçta İtalya’ya karşı tereddütlü tavrını kanıt göstererek “Avrupa dağılacak” diyenler de var. Bu tahminler doğru veya olmayabilir. Aklı başında biri yarının neler getireceği hakkında bugünden hüküm veremez çünkü beklentilerin çoğu siyasi düşmanlık ya da insani temenniler ile yüklüdür.
Kesin olan, geleceği okuma yeteneğinin genellikle “spekülasyonlar” çerçevesinde yer aldığıdır. Bilimsel olarak, bu alanda insan kapasitesinin yetersiz olduğu kanıtlanmıştır. Bu noktada gözlemciler iyi bir ders olarak, ABD başkanının otuzlu yılların ortalarında geleceği okuması için kurduğu üst düzey ABD’li bir bilimsel komiteye atıfta bulunur. Bu komite, uçakların o dönemde olduğundan daha yüksek hızlara ulaşabileceğini veya radarların keşfedileceğini öngörememişti. Gelecek hakkında birçok çalışması bulunan ünlü yazar Alvin Toffler, son kitaplarından “The Third Wave”de (Üçüncü Dalga) kitabının yayınlanmasından sadece on yıl sonra ortaya çıkan elektronik postanın ortaya çıkışını tahmin edememişti. Demek ki sistematik olarak, gelecekte neler olabileceğinin ana hatlarını bilmek istiyorsak bugünü bilimsel bir yöntem ve açık bir zihniyetle okumalıyız. Salgın nedeniyle halihazırda meydana gelen bir dizi göstergemiz var ve bugün genel düzeyde ürettikleri bize makul bir okuma sunabilir.
Bunlar arasından dört ana unsur seçeceğim:
Birincisi, uluslararası karşılıklı zorbalıklar olgusudur. Bu olgu örneğin bir yandan ABD ile bazı Batılı ülkeler (Avusturya) öte yandan yine ABD ile Çin arasında var olan ve çoğunlukla siyasi olan açık çatışmalarla somutlaşmaktadır. ABD Çin’i suçluyor Çin de kendisini. Bu daha çok siyasi bir anlaşmazlık. Keza uluslararası kurumlarla patlak veren anlaşmazlık ve ABD Başkanının kendisini Çin’i “memnun etmekle” suçlaması kısacası bütün bu zorbalıklar, bu sağlık krizinin bitmesi ile yok olacak. Hatta tam aksine, ülkeler arasındaki işbirliği belki de öncekinden çok daha aktif olacak. Yarın dünyanın birbirine duyduğu gereksinim büyüyecek çünkü tecrit, salgının yayılmasının ve herkes için ağır olan bedelinin nedenlerinden biriydi.
İkincisi, ulusal devletin vatandaşlarına karşı tutumudur. Şu ana kadar başka ülkelerde mahsur kalan vatandaşlarını tahliye etmekten kaçınan hala az sayıda ülke var. Hint yarımadası ve Ortadoğu’dan ülkeler. Bu ülkeler vatandaşlarını tahliye etmekte geciktiler ya da bunu ağırdan aldılar. Bunun devam etmesi, vatandaşlarının devletlerine güvenleri zayıflatarak ya da yok ederek bu ülkelerin iç güvenliklerini belirgin bir tehlikeye maruz bırakacaktır. Bu nedenle, önümüzdeki haftalarda bu ülkelerin birçoğu, politikalarını değiştirecek veya yeniden düzenleyecek, daha fazla vatandaşını (tüm vatandaşlarının olması gerekmiyor) ülkelerine geri getirmeye çalışacaktır. Çünkü geç kalırsa, bir yandan vatandaşlarının temel haklarını ihlal etme diğer yandan rejimin kendisindeki belirsizliği genişletme riski var.
Üçüncüsü, ABD başkanlığının geleceğidir. ABD başkanlık seçimlerinde Demokrat Parti’nin adayı Joe Biden’in Ocak 2021’de Beyaz Saray’da olacağını öne süren birkaç analist var. Bu bir bakış açısı ancak gerçeği okumak bizi başka bir bakış açısına götürebilir.
Mevcut Başkan Donald Trump ve pandemiye karşı izlediği politikalara dair haklı olarak sert olan eleştirilere rağmen, ABD kamuoyu araştırmalarının kendisini makul bir konuma yerleştirmeleri dikkat çekicidir. Mart ayında kamuoyu araştırmalarından biri, halkın Trump’ın politikalarına verdiği desteğin yüzde 43’e ulaştığını açıkladı. Bu, araştırmanın yapıldığı tarih göz önüne alınırsa büyük bir oran çünkü bu dönemde pandemiye karşı resmi tutum hala kararsızdı. Bunun yanında, ABD’de “dindar kuşak” olarak adlandırılan muhafazakâr evanjeliklerin halen Başkan’ı desteklediklerine dair başka göstergeler de var. Buna ayrıca ABD’de başkanlık seçimleri, genellikle iki dereceli seçim sistemine (halkın temsilcilerini seçtiği ve temsilcilerin kazanan partiden hükümeti kuracak lideri seçtikleri) dayalı birçok Batılı demokrasinin aksine genel seçime dayanır. ABD’de başkan doğrudan halk tarafından seçilir. Büyük ABD, seçkinlerin ABD’si değildir. Seçim sonucunu belirleyen ve ekonomik istikrara önem veren genel kitlelerin ABD’sidir.
Trump, krizler döneminde yönetimi desteklemeye yönelik halk isteğinin yanı sıra önümüzdeki aylarda ekonomiyi de raylarına oturtmayı başarırsa seçim yarışını kazanabilir. Bugün Trump, salgın hakkında verdiği günlük özet ile her akşam ABD vatandaşlarının salonlarının konuğu ve tanındık bir yüz haline geldi. Bu da yarışı kazanma olasılığını artırıyor. Buna karşılık rakibi etkili bir varlık gösteremiyor. Önerileri seçkinler tarafından kabul edilse de pandemi, hareketlerini kısıtlamış bulunuyor. Bu da kasım ayına kadar yeni etkili faktörler ortaya çıkmadıkça mevcut idarenin kazanma olasılığının daha ağır bastığı anlamına geliyor.
Dördüncüsü, Çin’in yükselişidir. Çin’in bu salgın ile uluslararası sahnede yükseleceği yönünde bazı analizler var ancak gerçekler bu olasılığı haklı çıkarmıyor. Çin bugün endüstriyel ve teknik bir ülke ama yenilikçi bir ülke değil. Üstün yenilikçilik aşamasına ulaşması belki de on yıllar alabilir. ABD’nin kendisi, Avrupa’nın ulaşmış olduğu yenilikçi aşamaya ulaşmak için en az 200 yıla ihtiyaç duydu. Keza Çince, çok sayıda kişinin konuştuğu (Çin’in nüfusu 1.4 milyar) bir dil olmasına rağmen “ender” konuşulan dillerden. Çin dışında yaygın değil ve zor. İngilizceyi 1.5 milyar insan öğrenirken, Çince öğrenenler sadece 30 milyon.
Çin ayrıca iki önemli faktörden de yoksun. Pazar ekonomisi ve şeffaflık. Bu ikisi, herhangi bir devletin yükselişinin ya da nüfuzunun dayanaklarıdır. Öte yandan, resmi Çin’in de geniş bir siyasi nüfuza sahip olma arzusu varmış gibi görünmüyor çünkü bu ekonomik ve askeri olarak çok maliyetli. Yakın zamanda Çin’in ABD hatta Rusya gibi aktif bir kutba dönüşeceği iddiası belki de erken bir iddiadır. Kısacası, bugün önümüzde şekillendiğini düşündüğüm tablo budur. Dünyanın küreselleşmeye, ayrıca bazı halkların liderlerine hala egemen olan efsanevi zihniyetin gözden geçirilmesine ve bilimsel zihniyet ile değiştirilmesine gereksinimi vardır.
Son olarak, geleceğe tadını verecek olan ideoloji değil, sosyolojinin özellikleri ve tarihi olaylardır.