İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Dünya Kovid-19 ile meşgulken Tahran ne düşünüyor?

Muhabirlerin Kovid-19 pandemisi hakkındaki son gelişmeleri takip eden haberlerine göre Avrupa, ABD ve bazı Uzak Doğu ülkelerinde genel eğilim kapanmanın, yolculuk, pazar ve toplanma yerlerine getirilen kısıtlamaların kademeli olarak kaldırılması yönünde. Arap dünyamızda ise pandeminin daha da karmaşıklaştırdığı bazı varoluşsal sorunlar var.
Batı’da kademeli kaldırma, bazıları birbirleriyle çelişen çeşitli verilerle paralel gidiyor. Sürekli bir biçimde açıklanan umut verici atılımlara rağmen ölümcül pandemiye neden olan virüse karşı bir aşının geliştirilmesinin yakın olduğuna dair bir oybirliği bulunmuyor. İyileşen hastaların virüse karşı bağışıklık kazandıklarının ya da önümüzdeki sonbaharda virüsün yeni mutasyonlarının kontrol altına alınabileceğinin bir garantisi yok. Ancak buna karşılık, ekonomik kriz büyüyor. İşsizlik oranları yükseliyor. Birçok ekonomik sektör iflas uçurumunun eşiğinde duruyor.
Bunun yanında, birçok kişi zorunlu ev karantinasından, okulların tatil edilmesinden, olağan sağlık hizmetlerinin salgının dünyaya dayattığı olağanüstü halden etkilenmesinden dolayı psikolojik sıkıntılar yaşıyor. Bu psikolojik sıkıntı, farklı arka planları, bilinç ve kültür düzeyleri ile insanları, komplo teorilerini pazarlayanlar için kolay bir ava dönüştürüyor. Bu komplo teorilerinden yararlananlar gerçekten de var. Sonuç olarak, ilacın gecikmesinin neden olduğu endişe ve bilim adamları ile bilimsel verilerden duyulan şüphe, şu veya bu ekonomik gayelerle bağlantılı siyasi propagandadan etkilenmek arasında birçok kişi, ne olursa olsun diyerek teslimiyet duygusuna kapıldı. Ümitsizlik teslimiyeti doğurur. Avrupa ve Asya’da bazı ülkelerin ve Cumhuriyetçiler tarafından yönetilen ABD’nin bugün kısmen de olsa kısıtlamaları kaldırmakta acele etmelerinde bunu –büyük oranda- görüyoruz.
Sıkıntılı olan ve önümüzdeki aylarda bu sıkıntılarının artacağı tahmin edilen Arap bölgesine gelince, siyasi çekişmelerin arka planları ile Irak, Suriye, Yemen ve Lübnan gibi ülkelerinde İran’ın hegemonya projesi, krizlerini büyütüyor. Burada analistlerin, uluslararası toplumun bu ülkelere ve önceliklerine karşı tutumundaki belirsizlik ışığında söz konusu ülkelerdeki son politik ve güvenlik gelişmelere yönelik okumaları farklılık gösteriyor.
İsrail açısından anlaşmazlık, İsrail sağı liderlerinin istekleri ile sınırlıdır. Ne var ki pandemi ile seçmenin yorgunluğu ve ümitsizliğinin bir araya gelerek siyasi düşmanlığın başaramadığını başaran faktörler oldukları açıktır. Üç generalin yönettiği Mavi-Beyaz İttifakın temsil ettiği İsrail ordusu, vatanseverliği kullanan oportünizmin ve dindarlık kisvesi altında yürütülen yolsuzluğun canlı bir sembolü olan Binyamin Netanyahu ile geçici uzlaşının bedelini kabul etti. Fakat ABD’nin başkanlık seçimleri yılında ve Cumhuriyetçi Partinin Netahyahu’ya verdiği sınırsız destekten sonra, dünya pandemi ile meşgulken ve Araplar İran hegemonyası ve Türk emelleri kıskacı arasında kaygılı iken İsrail sağının hızlıca pişirdiği ilhak projelerini – en azından geçici olarak- ertelemeyi tercih ettiği düşünenler var.
İran’a gelince, okumalar arasındaki farklılıklar daha net. Bazı gözlemciler, İran liderliğinin sürekli bir şekilde kontrol etmekle övündüğü Arap ülkelerindeki hakimiyetinin, temel taşı olan Kasım Süleymani’yi öldüren acı verici darbenin ardından çok gevşediğini düşünüyorlar. Kanıt olarak da Tahran’ın Irak’taki takipçilerinin ve milis güçlerin liderlerinin kendisini iki kez reddetmelerinden sonra Mustafa el-Kazimi’nin başbakan olmasını kabul etmesini gösteriyorlar. İyimserler ayrıca el-Kazimi’nin momentum elde etmesiyle geçmişte istedikleri gibi emreden, yasaklayan ve engelleyen Tahran’ın takipçilerinin seslerinin yavaş yavaş kısıldığına da işaret ediyorlar.
Öte yandan İran liderliğinin niyetleri konusunda daha şüpheli olanlar ise, Tahran’ın on yıllardır çok iyi uyguladığı “siyasi takiyye” deneyiminin, önümüzdeki kasım ayının başında düzenlenecek ABD seçimleri öncesindeki birkaç ay boyunca, bu liderliğin yapabileceklerine ve Irak’taki araçlarına karşı dikkatli olunmasını gerektirdiğini düşünüyorlar. Bunlara göre, savaş ideolojisi, saldırıyı bir savunma aracı olarak benimsemeye ve rejimini savunma savaşını topraklarında emelleri olduğu düşman ülkelerde yürütmeye dayanan Tahran, iki adım ilerlemek için bir adım geriye çekilmekte bir sakınca görmez.
Diğer yandan, bu kişiler DEAŞ’ın Irak sahasında yeniden güçlü bir şekilde ortaya çıkışının İran’ın Irak’taki siyasi ve güvenlik rezervinin bir yüzünden ibaret olduğunu düşünüyorlar. Zira Tahran’ın Irak’taki pozisyonu ne zaman zayıflasa DEAŞ yeniden seferber ediliyor. Yeri ve göğü ABD ve İran’ın kontrolü altında olması gereken bir ülkede yeniden ortaya çıkıp eyleme geçiyor.
Gerçekten de, DEAŞ’ın eylemlerinin Irak’ın kuzeybatısına dönüşü, Mustafa el-Kazimi hükümetinin uluslararası toplumla ortaklığı güçlendirmeye yönelmesi ile aynı zamana denk geldi. Özellikle de hükümetin güven oyu almasından, bağımsız bir ülkenin hükümeti gibi rolünü oynamaya ve zorlu sorunların üstesinden gelmeye başlamasından sonra yaşandı. Bu sorunların başında da Irak hazinesinin muzdarip olduğu mali açık ve kamuda likidite eksikliği dahil ekonomik zorluklar geliyor.
Şahsen -ki umarım bu tahminimde yanılıyorumdur- Tahran’ın Lübnan, Suriye ve Yemen’de aynı oyunu oynadığını varsayıyorum. Bu, Almanya’nın Hizbullah’a karşı ani sertliği ile Fransa’nın Hizbullah’ın Lübnan’daki projesine karşı “gri” tutumu arasında bölünmüş ve şaşkın Avrupa’nın tutumuna rağmen Tahran’ın vakit kazanmak için ve Washington’daki değişimleri beklerken  oynadığı “kolaylık gösterme ve itidallik iddiası” oyunudur.
Kanımca, kasım ayında seçimleri Demokratlar kazansa da İran, Washington’daki eski etkisini kazanamayabilir ama Donald Trump’ın sert mizacı, sağcı Protestan ve Likud destekçilerinin şantajı ışığında sahip olduğundan daha büyük bir hareket alanı elde edecektir. Burada “şantaj” kelimesini kasıtlı olarak kullanıyorum çünkü Demokrat ya da Cumhuriyetçi idare altında olsun Washington’un İran rejimini devirmek bir yana onunla çatışmasının bile tamamen uzak bir ihtimal olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu rejim Washington ve İsrail için stratejik bir gerekliliktir. Özellikle de devrilmesi İran’ın bölünmesi ve dağılmasına sebebiyet verecekse. Daha da ötesi, Washington ve Tel Aviv’in – elbette Moskova’nın da- ortak gayesi, İran’ın bölgesel emellerine kabul edilebilir bir çıta belirlemektir. Üç başkentin Suriye’nin ve sonrasında Lübnan’ın geleceğine yönelik vizyonlarının buluşma noktası budur.
Hizbullah bu gerçeği çok iyi biliyor çünkü Tahran’ın tasavvurunun, taktiksel manevralarının ayrılmaz bir parçası. Bundan da öte Hizbullah’ın taktikleri, Tahran’ın “kolaylık gösterme ve itidallik iddiası”nda bulunan ama aynı zamanda Lübnan devletinin bileşenlerini ve kurumlarını, Lübnan’ın rolü, çeşitliliği, ortak yaşamı, medeni yüzü ve yaşam kültürü ile bağlantılı her şeyi sistematik bir şekilde yok etmeye dayanan stratejilerini somutlaştırıyor.