Sam Mensa
TT

Arap darbeler kulübünde Lübnan

Bugün Lübnan’daki ana endişe, yaşamakta olduğu boğucu ekonomik, finansal ve bankacılık çöküşten kendisini çıkaracak ya da kurtulmasına katkıda bulunacak dış ve küresel taraflardan yardım almakta somutlaşıyor. Ne var ki, iktidardaki Hizbullah’ın ve bağlı olduğu İran-Suriye ekseninin IMF’nin isteklerini reddetme yönelimi ışığında bu yol zorluklarla dolu görünüyor.
Lübnan’ın İran’ın siyasi ağına takılmış olduğu aşikâr.  Lübnan’da yaşamın kilit noktalarını kontrol eden bu acı gerçeği gözden uzak tutmamaları ve Lübnan’ın Tahran’daki satranç tahtasında bir piyondan ibaret hale geldiği durumdan kurtulmasına yardımcı olmaları dostlarının görevidir. Ekonomiden sosyal, finansal ve nakit paraya ülkenin tehlikeli krizlerin ağına düşmüş olduğu doğru. Keza bu krizlerin nedenlerinin; iyi yönetişim ve akıllı politikaların yokluğu, kötü idare, yolsuzluk, adam kayırmacılık ve iltimasın yayılması ile başladığı da doğru. Ancak bu ağın ilmekleri tam anlamıyla siyasidir. İlmekleri İran makinesi tarafından, Lübnan’ın başta özgürlükler olmak üzere kendisini çevresinden ayıran tüm özelliklerini ortadan kaldırma, yayılmacı bölgesel projesinde ilerleyişi için bir ana platforma dönüştürme ve kendi yörüngesinde dönmesini sağlayana kadar sabırla ve dikkatle dokundu.
İki tehlikeli eğim, bu yorgun ülkeyi frenleri boşalmışçasına hızla uçuruma doğru sürüklüyor. Birincisi siyasidir ve başlangıçta Arap-İsrail çatışmasına odaklanan Lübnan’ın bağımsızlık yılları boyunca ciddileşen siyasi rejimin melez yapısında somutlaşır. Bir diğer odak noktası, çeşitli bölgesel güçler arasındaki çekişme ve Lübnan’ın Suriye işgali ile girdiği ve halihazırda İran işgali ile devam eden işgaller dizisidir. İran işgalini takip eden siyasi seçenekler, Lübnan’ın Arap ve Batı ülkelerinin çoğunun yanı sıra uluslararası toplumla da ilişkilerini kötüleştirdi. Aynı şey, garip ve kendisinden kötü kokuların yükseldiği, Lübnan hükümetinin kabul etmeye karar verdiği ve kendisine dayanarak ekonomiyi yeniden yapılandırma, bankaları birleştirme, para çekme ve transferi özgürlüğünü sınırlayan ekonomi reform planı ile uygulanmaya başlanan ekonomik ve finansal seçenekler için de geçerli. Bütün bunlar, Lübnan’ın üzerinde yükseldiği temelleri, siyasi sisteminin maneviyatını, halkının yaşam tarzını tehdit eden projelerdir.
İkincisi, birincisi ile yakından ilişkili ve hem ekonomik hem de sosyaldir. Bir yandan Lübnan devleti ve Lübnan Merkez Bankasının kayıplarının boyutu, diğer yandan eski bakan Cibran Basil’in de “korunmakta olduğunu söyleyenler yalan söylüyor” açıklaması ile onayladığı insanların mevduatlarının kaderini kuşatan belirsizlik ile cisim bulmaktadır. Bunun sonuçları en tehlikeli biçimde, ekonominin hareketi üzerindeki tüm olumsuz etkileri ile en büyük kaybeden gibi görünen ve yoksul sınıfa katılma tehdidi altında olan orta sınıf üzerinde görülmeye devam ediyor.
Siyasi sistemin yanı sıra sosyal dokunun aldığı darbe, Lübnan’ın geç de olsa askeri darbelere tanık olan Arap ülkeler kulübüne katıldığını deklare etmenin önünü açıyor. Bu darbeler: 1949 yılında Suriye’nin, 1958 yılında Irak’ın, 1963 yılında yine Suriye’nin, Yemen, Cezayir ve diğerlerinin tanık oldukları darbelerdir. Bu darbelerin ve baskıcı rejimlerinin bıraktığı siyasi boşluk ve ekonomik gerileme nedeniyle söz konusu Arap ülkelerinin geçtiğimiz altmış yıl boyunca yaşadığı zorlukları, krizleri, kemer sıkma politikalarını, baskı ve zulmü Lübnanlılar ile Arap vatandaşları çok iyi biliyorlar.
Görünüşe göre Lübnan bu otoriter askeri yola 2016 yılında Suriye-İran ekseni üç organa da egemen olduğunda girdi. O dönemde bu sahne, General Mişel Avn’ın 88, 89 ve 90 yıllarında cumhurbaşkanlığı sarayında askeri üniforması ile bulunduğu dönemin 25 yıllık gecikmiş yorumu gibi göründü. Bu sahne o gün birçok kişiye Arap darbelerinin talihsiz ve hüzün verici görüntülerini hatırlatmıştı. Görünüşe bakılırsa bugün de bizim için gelecekteki Lübnan’ın imajını belirlemekte yeterli olan bu görüntüleri yeniden üretiyoruz.
Yukarıdakileri şu soruyu sormak için anlattık: 17 Ekim devriminden geriye bize az da olsa iyimserlik pompalayacak bir şey kaldı mı? Minimum düzeyde de olsa başarısı uzun süredir beklenen uluslararası yardımın önünü açar mı?
Bu noktada, geçen hafta Lübnan’daki “Beytul Mustakbel” (Geleceğin Evi) kurumunun bu dönemde Lübnan-Arap ilişkilerinin geleceği hakkında düzenlediği sanal bir formun içeriği akla geliyor. Lübnan, Suudi Arabistan, BAE ve Kuveyt’ten seçkin düşünürleri bir araya getiren bu sanal forumda tartışmalar, Arap ülkelerinin ve özelde Körfez ülkelerinin Lübnan’a yardım elini uzatmasının önüne geçen nedenler ve Lübnan’ın bu yardımı alması için yapması gerekenler ekseninde döndü.
İlk olarak katılımcıların, Lübnan’ın temel iç ve dış sorunlarının, Arap çevresi ile ilişkisinin sarsılmasının, uluslararası toplumun kendisine güvenini kaybetmesinin arkasında tek bir neden olduğu konusunda fikir birliği içinde olduklarına işaret edilmeli. Bu neden, Hizbullah’ın kendisini sürüklediği İran-Suriye bölgesel ekseni içinde konumlanması ve Hizbullah’ın kendisini bölgede İran’ın genişlemeci politikasının ana koridoruna dönüştürmesidir. Katılımcılar bu krizden çıkış için birçok noktayı ele aldılar. Bunları aşağıdaki gibi özetleyeceğiz:
Birincisi: Lübnanlılar ülkenin içinde bulunduğu durumdan kurtulması için tüm sorumluluğu üstlenmelidir. Kendilerine yardım etmedikçe hiç kimse onlara yardım edemez.
İkincisi: Lübnanlı Hristiyanlar özellikle de Özgür Yurtsever Akım, Hizbullah’ın arkasına gizlendiği kalkan olmayı bırakmalılar ve direnişin (Hizbullah) Taif Anlaşmasında yer alan milis güçleri silahsızlandırma maddesi dışında tutulma nedenini sorgulamalılar.
Üçüncüsü: Katılımcılar Hizbullah’ın karşısında duracak ve onu Lübnanlı olduğu bilincine geri döndürebilecek güçlü bir muhalif siyasi cephenin var olmamasını garipsediler. Yokluğunu ve bileşenlerinin varlığına rağmen devletin yüksek çıkarları için tek bir cephede bir araya gelememelerini kınadılar.
Dördüncüsü: Katılımcılar, değişim umudunun birleşik, partisel değil ulusal açıdan siyasallaştırılmış 17 Ekim halk devrimine bağlı olduğunu oybirliğiyle kabul ettiler. Arzu edilen değişimi sadece kendisinin gerçekleştirebileceğini ve bunun dışındaki çabaların boşuna olduğunu ifade ettiler. Ne var ki gerçeklik bu noktaların gerçekleşmesinin zor olduğunu söylüyor. Hristiyanların Hizbullah’a sağladığı kalkan ve koruma devam ediyor. Avn akımı, tartışmaya kapalı stratejik bir tutum benimsemiş görünüyor. Hizbullah ile ittifakını sürdürmekte diretiyor. Nitekim Bakan Basil’in doğulu bir ekonomi çağrısı da bunu taçlandırıyor. Buna ayrıca Basil’in, Lübnan’ın ABD-İran çekişmesinde tarafsız kalması gerektiğini belirten Lübnan Kuvvetlerinin eski bakanı Melhem Riyaş’a karşı tutumunu da ekleyebiliriz.
Aynı şey, gerekliliğine dair ciddi konuşmalara rağmen bir muhalefet cephesinin oluşturulamaması için de geçerlidir. Saad Hariri ve Dürzi lider Velid Canbolat ile 14 Mart adıyla bilinen bloğun içinde yer alan tüm liderlerin performansından böyle bir cephenin oluşmasının zor olduğu açıkça görülmektedir.
Haklı olarak kendisine çok umut bağlanan 17 Ekim devrimine gelince, geleceği üzerinde çokça soru işaretleri dolaşıyor: Protestocular devrimci canlılıklarını kaybedip teslim mi oldular yoksa bu gerilemenin nedeni koronavirüs pandemisi ya da siyasi bölünmeler mi? Son olarak da bu devrimin politik olmayıp yalnızca taleplerinin yerine getirilmesinde ısrar ettiği müddetçe köklü bir siyasi değişiklik üretemeyeceğini belirtelim.
Lübnanlılar bu kez, dış güçlerden birine bağlı, yolsuzluğu korumak ve yayılmasına ortak olmak dışında kendisini işe yaramaz takaslara maruz bırakan bir silahın egemenliğine karşı çıkan toplu bir ulusal değişim programı ile silahlanmış olarak meydanlara dönmek için daha ne bekliyorlar? Unutmayalım ki, Hasan Nasrallah’ın direktifleri ile Hassan Diyab hükümeti ve sözde muhalefet arasında sıkışıp kalmaya devam ettikçe bize yardım edecek hiç kimse kalmayacaktır.