Gassan Şerbil
Şarku'l Avsat Genel Yayın Yönetmeni
TT

Muhsin İbrahim ve ölen Beyrut...

İlk başta gördüklerime ve duyduklarıma inanmak istemedim. Televizyonların bir aldatmacası olmasını diledim. Olayların yaşandığı sahnenin bana yabancı olmasını, benimle ilgili olmamasını temenni ettim. Ama olmadı. Bu sokakları ve binaları tanıyordum ben. Burası Beyrut’tu. Büyük bir utanç hissettim. İzlediklerimi çocuklarımın da izlemesinden ve unutmamaları için çabaladığımız vatanlarının gerçekleri karşısında şok olmalarından korktum.
Dediğim gibi ülkemden binlerce kilometre uzaklarda büyük bir utanca boğuldum. Televizyonların yayınladığı görüntülerde, şehrin sokaklarına dağılmış, intikam almak isteyen, kendi vatandaşları ile çatışma fırsatı arayan gençler görülüyordu. Aralarında diğer mezheplerin figür ve sembollerine hakaret edenler vardı. Bunlar, tarihin zehirlerini bugünün yaraları üzerine döken hakaretlerdi. Her zaman kendisine karşılık vermek isteyenleri bulacak hakaretlerdi. Hakaretlerin yanı sıra silah sesleri ve atılan taşların sesleri duyuluyordu. Beyrut sokaklarında dönen bu acı ve elem dolu sahne, akıllıların sayısı azalırken maceracıların sayısının artması sonucu yüzyılın başında yeniden baş gösteren Sünni-Şii çatışma hattını uyandırmaya çalışıyordu.
Şehrin bir başka bölümünde başka utanç verici bir sahne dönüyordu. Bu kez temas hattı Chiyah ile Ayn er-Rumanna bölgeleri arasındaydı. Yani 1975 Lübnan iç savaşında ilk kurşunların atılışına şahit olan yerde. Burada sürtüşme Şiiler ile Hristiyanlar arasındaydı.
Çok geçmeden bu temas hattında da silah sesleri yankılandı. Savaş ve nefret dili ve belleği uyandırıldı.
İç savaşa götüren bu yolu ben de çok iyi biliyorum. Bunu yaşamak benim de kaderimde vardı. Bu nedenle, savaş ve nefretin, ne yazık ki bu ikili dini grup ve sözlüğü birbirinden ayırdığını biliyorum.
Özellikle General Mişel Avn’ın cumhurbaşkanı seçildiğinde, Lübnan’ın geleceği, konumu, toplumları arasında birlikte yaşamın düzenlenmesiyle ilgili bu ciddi soruna bir çözümü olmadığının ortaya çıkmasının ardından direnişin silahının kaderi ve Hizbullah’ın rolü hakkındaki iki farklıyı birbirinden ayırdığını biliyorum.
Gerçek şu ki Beyrut ölüyor...
Toplumlarının birlikte yaşama deneyimi ölüyor...
Ekonomisi ölüyor...
Güvenliği çatlaklarla dolu.
İşsizlik rekor düzeyde ve ekmeğini kazanmak gittikçe zorlaşıyor. Pratik düzeyde devlet, insanların birikimlerini çalmakta yolsuzluk yapanlara eşlik ediyor.
İşte Beyrut ölüyor...
Bankacılık sektörü ölüyor.
Parlak üniversitesi kötü bir yazgıya hazırlanıyor.
Şehrin geleceğin hesaplarında bir yeri kalmadı.
Göç etmeyenler daha önce göç edenleri kıskanıyor.
Beyrut’taki bu korkunç sahnelerden iki gün önce, farklı Beyrut sahneleri izliyordum.
Olayları okuma ve analiz etme konusunda olağanüstü bir yeteneğe sahip olduğunu (bakış açınız onunkinden tamamen farklı olsa da) itiraf etmeniz gereken Komünist Emek Örgütü’nün eski Genel Sekreteri Muhsin İbrahim, bu olayların patlak vermesinden iki gün önce vefat etmişti. Yokluğu, kendisi gibi ölmeden uzun zaman önce politikadan çekilen bir Lübnan kuşağı ile ilgili eski hatıralara defterinin sayfalarını açtı.
Beyrut, gösterilerde ön saflarda yer alan, minberlerinden konuşma yapan, yazıları, savaşları ve analizleri ile kendisini meşgul eden bu güneyli genci çok iyi biliyor.
İsrail’in  Beyrut’u 1982’de işgal etmesinin irade ve azmini kıramadığı bu adamı çok iyi tanıyor.
Lübnan Komünist Partisi Genel Sekreteri George Havi ile birlikte, Kemal Canbolat’ın Beyrut’taki evinden ulusal direniş çağrısı yapan bu adamı çok iyi biliyor.
Ne tesadüftür ki, suikasta kurban giden George Havi ile Semir Kassir de onun gibi haziran ayında ölmüşlerdi.
Muhsin İbrahim ölmeden önce tanık olduğu ve yanlış bilinen, anlatılan hadiseleri düzeltmeye çalışmıştı.
Örneğin, George Havi ile kendisinin, Hafız Esed ile son görüşmesinde Kemal Canbolat’ı sert konuşmaya teşvik ettiklerini reddetti. Aksine Canbolat’tan Suriye Devlet Başkanı ile anlaşmazlığa düşmemesini talep ettiklerini söyledi. Yaser Arafat’ın müttefiki Canbolat’ın hayatı için endişelendiğini ve Esed ile görüşmesinin kendisini (suikasttan) kurtarabileceğini düşündüğünü vurguladı.
Muhsin İbrahim, Beyrut’un canlı ve hayalperest, aktörlerin onun içinde kendilerine bir yer bulmak ya da onun tarafından kabul edilmek için yarıştıkları günlerdeki hatıralar defteriydi.
Cemal Abdunnasır ile de dost olan İbrahim, Mısırlı liderin Beyrut sokaklarındaki imajını önemsediğini, her zaman Lübnan’da olup bitenleri kendisine ayrıntılı bir şekilde anlatmasını istediğini söyler.
Anlattığına göre Abdunnasır ilk olarak Kemal Canbolat’ın durumunu sorarmış. Daha sonra  Lübnan merkezli en-Nahar gazetesine ve editörü Mişel Ebu Cuda’nın yazılarına değinirmiş.
İbrahim ayrıca Abdunnasır’ın  Beyrut’un Arap lideri olmak isteyen kişiye bir tür meşruiyet sağladığını düşündüğü tespitinde bulunuyor ve şunu ekliyor: “Bu nedenle, Abdunnasır kompleksine kapılan her Arap lider Beyrut’un kendi liderliğini tanıması hayaliyle yaşadı. Kaddafi bunu arzuladı. Saddam bunu temenni etti. Esed ise Beyrut’a doğrudan el koydu”.
Kimi zaman gazeteciler ile politikacılar arasında sıkı dostluklar kurulur. Benimle Muhsin İbrahim arasında da böyle oldu. Kendisi ile ilk buluşmam, her ne kadar kendisinden farklı düşünsem de ilginç ve çok faydalıydı. Ayrıntıları yakalamak, olayları özetlemek ve kelimelerle resim çizmekte çok yetenekliydi. Bir gözlem veya komik ve isabetli bir anekdot ile sohbeti sürekli canlı tutma konusunda kabiliyetliydi. Her şeyden öte, Arap politikasında önemli bir deneyime sahip bir Lübnanlıydı. Dostluk çemberi Cezayir’den Aden’e uzanıyordu.
Zengin hafızasında yüzmek eğlenceliydi. Hatıralarını anlatırken bazen bir ayrıntıyı hatırlar ve gülerek anlatırdı. Bir keresinde bana şöyle demişti: “Önemli bir görevimiz vardı. O da Kaddafi’yi adı George olsa da George Habaş’ın tam bir Arap olduğuna ikna etmek. Bunun için epey uğraşmak zorunda kalmıştık”. Ardından şunu eklemişti: “Libya’ya yaptığımız ziyaretlerde en büyük sorunum, Velid Canbolat’ı ziyaret bitmeden önce ayrılmamaya ikna etmekti. Çünkü oraya ulaştıktan kısa bir süre sonra sıkılır ve ayrılmak isterdi”. Kimi zaman da beni, “Arafat, Hafız Esed’i adı Suriye olan önemli bir ülkenin başkanı sayardı. Buna karşılık kendisini, cazibesi harita ve sınırlardan daha geniş bir davanın sembolü olarak görürdü. İkisi arasında hiç kimya yoktu” gibi yorumlarıyla veya, “İki kişi İran’ın rolünün bugün ulaştığı seviyeye ulaşacağını tahmin edememişlerdi: Hafız Esed ve Refik Hariri” gibi tespitleriyle şaşırtırdı.
Bir keresinde Muhsin İbrahim’e Arafat’ın neden İsrail ile barışı seçtiğini ve Oslo Anlaşmasını imzaladığını sormuştum. Bana şu cevabı vermişti: “Arafat, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra uluslararası durumu okudu. Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesi nedeniyle cezalandırılmasından sonra bölgesel durumu okudu. Arapların durumunu, uluslararası güçler dengesini ve mali durumu okudu ve davasının unutulmasından ve kaybolmasından korktu. İsrail ordusu ile savaşmak ve  halkının haklarını hatırlatmak için temas hattında (Filistin ve İsrail’e komşu ülkeler) yaşamasına izin verilmeyeceğini anladığında, bir çözüme ulaşılana kadar bir karışlık da olsa Filistin toprağı üzerinde yaşamayı bir tür güvence olarak gördü.”
Muhsin İbrahim’in Filistin davası ve Arafat ile özel bir ilişkisi vardı. Her ne kadar seksenli yıllardan itibaren Lübnan sahasında her tür siyasi eylemlerden el etek çekmiş ve hayatını gözden geçirmek ve hatalarını itiraf etmekle yetinmiş olsa da Arafat’tan sonra halefi Mahmud Abbas ile de bu özel ilişkiyi sürdürmüştü.
Muhsin İbrahim’in hikayesi uzun, önemli ve ilginç bir hikaye.
En acı tarafı ise onun ölümü değil minberlerinin, maliyetli savaş ve hayallerinin yıldızlarından olduğu şehrin ölümüdür.