İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Açgözlü komşularının karşısında Araplar

Arap Birliği’nin dün yapmış olduğu, Arap dünyasının üç komşusunun, Türkiye, İran ve Etiyopya’nın saldırılarına maruz kaldığına dair açıklama yararlıdır ve bunda büyük bir gerçeklik payı olduğuna kuşku yoktur. Ne var ki, bu açıklama bilmediğim nedenlerle, kısa bir süre önce Doğu Kudüs ve Golan Tepeleri’ni topraklarına ilhak etmeyi başaran ve şimdi de Batı Şeria’nın daha fazla bölümünü topraklarına katmaya hazırlanan dördüncü komşu İsrail’i atladı.
Bunun nedeni belki de İsrail saldırganlığının kronik olması dolayısıyla on yıllardır tekrarlanan resmi Arap açıklamalarının adet edindiği gibi sürekli hatırlatmaya artık gerek kalmamasıdır.
Gerçekten de daha önce tek bir yayılmacı saldırganlıktan mustarip iken şimdi toptan “saldırganlıklar” ve “yayılmalar”dan mustaribiz.
Bir anlığına –Arap Birliğimiz gibi- Arap-İsrail çatışmasının tarihsel köklerini unutmuş gibi yapıp İran ve Türk genişlemeciliğine yönelelim. Daha sonra da endişelerimiz bizi güneye, Afrika kıtasında Nil nehri sularından kaynaklanan yeni yaramıza götürsün.
Gerçek şu ki, iyi bir hafıza veya makul bir siyasi kültüre sahip bir kişi, ülkelerin politik yaklaşımlarının sahip olduğu bazı bileşenleri görmezden gelemez. Bunların ilki, ekonomik çıkarlardır. İkincisi, dışarıda ekonomi veya dini, mezhepsel veya kültürel (tüm gerçek ve efsanevi anlatılarıyla)  “gerekçeler” tarafından yönlendirilen ve hareket ettirilen iç politikalardır. Üçüncüsü, boşlukları doldurma ve dengesiz güç dengelerini kullanmak gibi bölgesel ve küresel koşullardır.
İran ve Türkiye örneğinde bahsettiğimiz bu unsurların istisnasız tamamı buluşmaktadır.
Zira gerek büyük petrol zenginlikleri ile Irak ve Körfez bölgesini kontrol etme gerekse de uluslararası su yollarını (Hürmüz ve Babul Mendep) kontrol etme veya Irak, Suriye ve Lübnan aracılığıyla Akdeniz’e ulaşmak olsun ekonomik çıkarlar, İran’ın jeo-politik projesinin hayati bileşenlerindendir. Dini\mezhepsel ve kültürel (Bağdat\Medain’i tarihi başkent saymak gibi) gerekçeler ve anlatılar, küresel ve bölgesel koşullar da diğer hayati bileşenlerdir. İran liderliği, siyasi birliği ve mezhepçi fanatikliği sayesinde Arap boşluklarını istediği gibi doldurabileceğini düşünüyor.
Doğrusu, İran’ın bu projesi – en azından şu ana kadar- Arapların içinde bulunduğu kafa karışıklığının ortasında son hızla ilerlemeye devam ediyor. Fakat bu kafa karışıklığının hiçbir gerekçesi yoktur çünkü 1979 yılından beri Tahran’ın niyetleri açık ve nettir. Şimdi bile Mollalar rejiminin varlığının mı yoksa laik, liberal ve milliyetçi akımın Tahran’da yeniden iktidara dönmesinin mi Arapların – tamamı veya bazılarının- çıkarına olacağını hala tartışanlar var. Körfez bölgesinde ve dışında Arapların hangi İran ve emelleri ile birlikte ve hangi şartlar altında yaşayabileceği konusunda kafalar hala karışık.
Türkiye ve boyutları gittikçe açığa çıkan projesinde de yukarıda saydığımız tüm bileşenler bulunmaktadır. Ekonomik boyutun ilk yansımaları, Fırat ve Dicle ırmakları üzerinde inşa edilen çok sayıda baraj ile görülmeye başladı. Daha sonra Akdeniz’deki petrol ve doğalgaz yataklarına yönelik hesapları, Libya’daki Türk askeri varlığı ve kendisini takip eden politik ve ekonomik düzenlemelerle genişledi. Türkiye örneğinde de önümüzde İran örneğine paralel gerekçeler ve anlatılar var. Bunların başında, Arap dünyasının üçte ikisinden fazlasını kapsayan “Osmanlı Hilafeti” mirası geliyor. İkincisi, İranlı siyasal Şii hücumuna karşı siyasal Sünni İslamı koruma iddiasıdır. Bu noktada, Suriye senaryosunun ve özellikle de Ankara, Tahran ve Moskova arasındaki anlaşmaların, İran ve Türkiye projelerini birleştiren noktaların – en azından bu aşamada- onları ayıranlardan daha fazla olduğunu doğruladığını belirtmeliyiz. Aynı, Bağdat Paktı’nı imzalayan Şah Pehlevi İran’ı ile Bayar-Menderes Türkiye’si gibi. İki tarafı tarihsel anlaşmazlıklarını bir kenara bırakıp işbirliği ve anlaşmaya teşvik eden en önemli faktör ise tabi ki iki ortak kurbanın – Araplar ve Kürtler- varlığıdır. İki komşu, bu iki kurbanın bağışıklığını zayıflatan bölünmelerinden faydalanarak onları kolayca aralarında paylaşıyorlar.
Arapların Humeyni İran’ı ile ilişkileri değerlendirildiğinde nasıl ki tek bir stratejik çıkar vizyonu söz konusu değilse aynı şekilde Erdoğan Türkiye’si ile ilişkilerde de söz konusu değildir. İstediğimiz veya olmasını umut ettiğimiz Türkiye ile iyi komşuluk ve karşılıklı saygıya dayalı ilişkilerin geleceğine dair tek bir Arap okuması yok. Tehlikenin boyutu hakkında bir fikir birliği olabilir ama bu tehlikeye karşı neler yapılabileceği konusunda ciddi ve pratik bir düşünce bulunmuyor.
Etiyopya’ya ulaştık.
Habeş ordularının Hicaz bölgesine ulaştığı ve Persliler ile Habeşlilerin Yemen için savaştığı eski zamanlardan bu yana, Etiyopya’nın Arap dünyasının merkezindeki etkisinin Türkiye ve İran’a oranla daha zayıf olduğunu düşünüyorum.
Ne var ki, hemen ardından Etiyopya’nın 1948’den beri İsrail’in güvenilir bir dostu olduğunu hatırlıyorum. Etiyopya İmparatoru ve “Yahuda’nın Aslanı” Haile Selassie kendisini ortak Yahudi-Etiyopya mirasının soyundan biri olarak görüyordu. Ancak dönemin Arap liderleri, yönetim süresi boyunca (1930-1974) Haile Selassie’e karşı gerçekçi ve akıllıca bir politika izlediler. Addis Ababa da Arapların bölgesel güvenliğine yönelik "tehlikeli" olarak nitelendirilebilecek hiçbir pozisyon benimsemedi.
İmparatora karşı gerçekleştirilen bir darbe ile Addis Ababa’da solcu bir askeri yönetim iktidara geldiği ve Arap güçleri Etiyopya hükümetine karşı Eritre devrimini desteklediği zaman bile bu durum değişmedi. Keza daha sonra Etiyopya- İsrail ilişkileri (keza Eritre-İsrail ilişkileri) geliştiği zaman dahi Araplar ile Etiyopya arasında –kelimenin tam anlamıyla- bir düşmanlık yoktu.
Bu durum, Addis Ababa’nın elektrik enerjisi ve su ihtiyacından yola çıkarak inşa etmeye başladığı Nahda Barajı projesi ile değişti. Böylece, temel nedenini Arapların zayıflığının oluşturduğu bir durumla daha karşı karşıya kaldık. Daha önce Türkiye’nin Suriye ve Irak’ın zayıflığından yararlanarak Fırat ve Dicle ırmakları üzerinde baraj inşa etmesi gibi bugün de Etiyopya kendisinde “uluslararası bir ırmağın” sularından istediği kadarını kullanma hakkını görüyor. Libya, Suriye, Lübnan, Yemen veya Arap dünyasında anlaşmazlık konusu olan herhangi bir yerdeki ortak sorunlar konusunda kolektif bir Arap farkındalığının yokluğu, daha zorlu krizler yaşayabileceğimiz konusunda bizi uyarıyor.
Bu zorluklarla yüzleşmek için tek bir strateji oluşturmakta gecikmek, sayılarını arttırmakla kalmayacak aynı zamanda var olan boşlukları doldurdukları için kendilerini suçlayamayacağımız “komşuların” açgözlülüklerini de artıracaktır. Bu boşluklar onlara iç krizlerinden, ekonomik maceralarının başarısızlıklarından ve siyasi sistemlerinin meşruiyet krizlerinden kaçışın kapılarını sunmaktadır.
Açıkçası, başkalarının hatalarını bizim hesabımıza düzeltmelerini ve sonuçlarını bize yüklemelerini önlememizin zamanı geldi de geçiyor.