İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

20 yıllık başarısızlıklar tablosu karşısında Araplar

20 yıl geriye gitsek, Arap dünyamızı bugünkü gibi hayal eder miydik?
2000 yılında Sudan’ın bölüneceği, dünyanın en güçlü ülkesinin İsrail’in Golan Tepelerini topraklarına katmasını kabul edeceği, Kudüs’ün doğusu ve batısı ile İsrail’in ebedi başkenti olduğunu kabul ederek pratik olarak “iki devletli çözümü” ortadan kaldıracağı aklımızdan geçer miydi?
Bir İranlı komutanın ülkesinin 4 Arap başkentini kontrol etmesi ile övüneceğini tasavvur edebilir miydik? Suriye, Irak ve Libya gibi muazzam petrol ve insan zenginliğine sahip Arap ülkelerinin başarısız ya da yarı başarısız ülkeler haline geleceği, milyonlarca evladının yerlerinden sürüleceği, yabancı milis güçleri tarafından parçalanacağı, açgözlü bölgesel ve küresel güçlerin paslaştığı bir topa dönüşeceği en kötümserimizin bile aklına gelir miydi? Yemen topraklarının bir bölümünün, İran Devrim Muhafızlarının Hürmüz Boğazındaki deniz trafiğini tehdit etmesi gibi Babül Mendep Boğazı’ndaki deniz trafiğini tehdit eden bir İran üssüne dönüşmesine dünyanın sessiz kalacağı strateji uzmanlarının aklından geçmiş midir? Tahran’ın, doğu ile batı arasındaki dini ve kültürel etkileşiminin kapısı olan Lübnan’da siyasi ve güvenlik kararı ele geçirmesi, köklü yabancı enstitülerinin varlığını tehdit etmesi, Lübnan’ın finansal kurumlarının sarsılması, halkının açlık hayaleti tarafından kuşatılması karşısında dünyanın şüpheli bir sessizliğe bürüneceği tahmin edilebilir miydi?
Ne yazık ki, bütün bunlar bir kabus ya da hayal olmaktan çıktı. Artık bir gerçeğe dönüştü. Uluslararası manevralar ufkunda da hiçbir ışık ve umut görünmüyor. Irak Başbakanı Mustafa Kazimi’nin dün Tahran’a düzenlediği ziyaret, özellikle de 2003 yılından itibaren İran’ın Irak’ta artan etkisinin ışığında çok önemlidir. Kazimi’nin birkaç gün sonra da ABD’yi ziyaret etmesi bekleniyor. Irak’ta yaşananları ve Kazimi’nin ziyaretlerini daha önemli kılan şey, göreve gelir gelmez nükleer anlaşmadan çekilen Cumhuriyetçi Trump yönetimi ile İran arasında dönen ve sahası Irak olan “çekişme hali”dir. Bazılarına göre ABD yönetimi, birinci döneminin sona ermesine birkaç ay kalmışken, Kovid-19 pandemisinin etkilerinin ortaya çıkardığı iç krizini büyütecek dış başarısızlıklardan mümkün olduğunca kaçınmaya çalışacaktır.
Mustafa Kazimi, 2005’te başlayan ve günümüze kadar devam eden, İbrahim Caferi, Nuri Maliki, Haydar İbadi ve Adil Abdulmehdi’nin başbakanlık dönemlerinde pekişen Tahran’ın Irak’taki hegemonyasından makul derecede bağımsız ve özgür hareket eden ilk Iraklı başbakandır. Kazimi’nin ideolojik, güvenlik ve lojistik açıdan İran ile bağlantılı Şii grupların ilk tercihi olmadığı hatta bazıları tarafından açıkça Washington’un adamı olmakla suçlandığı bilinmektedir.
Ne var ki Kazimi’nin iki sorunu var: Birincisi, gelecek yıl düzenlenmesi kararlaştırılan genel seçimlere kadar geçici olarak başbakanlık görevini yürütüyor olması. İkincisi, Washington’un kuvvetlerini kademeli olarak geri çekmeye ve pozisyonlarını Irak hükümet güçlerine devretmeye yönelik düzenlemelerine paralel olarak İran’a bağlı grupların güvenlik baskısını sürdürmesi.
Bağdat’ta siyasi savaşın sonucu henüz belirlenmemişken bu senaryo tabi ki çok tehlikelidir. Irak’ta sorun esasen –Suriye keza Libya ve Yemen’de de olduğu gibi- güvenlik meselesi değildir. Her şeyden önce siyasi bir meseledir. Tahran’ın hegemonyasına son vermeden kuvvetlerini geri çekmesi durumunda Washington ve Batılı ülkeler, İran’ın bölgesel hırslarına yeni bir fırsat sunmuş olacaklardır.
Suriye’de de işler, tarafları Rusya, Türkiye, İran, ABD ve İsrail’in olduğu bölgesel  “paylaşmacı” bir nüfuz haritası çizme yönünde ilerliyor gibi görünüyor. Bunun işaretleri kuzeyde (bir tür Rus- Türk koordinasyonu ve ABD-Kürt uzlaşısının olduğu) daha açık bir biçimde görülürken güney ise daha büyük bir soru işareti oluşturuyor. Zira burada, ABD ve Rusya’nın gözetiminde İran ve İsrail’in hesapları kesişiyor.
Bir de Lübnan’daki durum var.
Halihazırda Hizbullah, Lübnan üzerindeki mutlak “işgalci” hegemonyasını tehdit edecek bir Batı-İsrail kuşatmasına maruz kalma korkusuna yakalanmış gibi davranıyor. Bazılarına göre Hizbullah, sadece Maruni Patriği Kardinal Bişara er-Rai’nin ülkeyi “tarafsızlaştırma” çağrısını değil, aynı zamanda bu çağrıya özellikle de Hristiyanlar dışından geniş destek verilmesini de beklemiyordu. Buna hazırlıksız yakalandı. Gerçek şu ki, Lübnan’ın tarafsızlığı meselesi çok eskidir.  Fakat geçmişte, Hristiyanlar tarafından önerildiği için bu konu diğer dini gruplar tarafından desteklenmiyordu. Hristiyanlar tarafından önerildiği için Müslüman dini gruplar –hatta azımsanmayacak sayıda Hristiyan- kendisini, Hristiyanların Osmanlı hakimiyeti altında kararlılıkla korudukları Lübnan’ın Arap kimliğinin reddi şeklinde görüyorlardı.
Ama bugün farklı, çünkü tarafsızlık ya da tarafsızlaşmak Araplığın bir alternatifi olarak önerilmemektedir. Aksine İran hegemonyasına karşı Lübnan’ın kültürünü, çeşitliliğini ve çoğulculuğunu koruma konusunda hemfikir olan Lübnan ve Arap milliyetçileri açısından, bir kurtarma operasyonudur. Ülkenin yüzünü değiştirmek ve kendisine farklı bir rol biçmek isteyenlere karşı ülkenin Lübnanlılık ve Araplık kimliğine inananları birleştiren bir unsurdur. Bu yüzden, Patriğin tarafsızlık çağrısı Müslümanların da geniş desteğini aldı. Buna karşılık, kendisine yönelik en güçlü itiraz, iki müttefik, Hizbullah ve Cumhurbaşkanı Avn’ın Özgür Yurtsever Hareketi’nden geldi. Bu durum normal ve anlaşılır, çünkü Lübnan’ın – Arap kimliği ve ulusal egemenliği bir yana- Arap çıkarları her iki müttefikin de öncelikleri arasında ilk sırada yer almıyor.
Libya’ya gelince, aslında Irak, Suriye ve Lübnan gibi Yemen de İran’ın emellerinin bir sahnesi olduğu için kendisinden bahsedilmeyi hak etse de bugün Libya’da durum çok daha karmaşık ve her ihtimale açık olduğu için kendisine öncelik vereceğiz. Libya’daki bu ihtimallerin tümü, şu veya bu ittifaka dahil olan bölgesel güçlerin bir dizi çıkarlarının kesişmesi, iç içe geçmesi hatta birbirleriyle zıtlaşmasından kaynaklanmaktadır. Bu kesişme ve zıtlaşma, yüzölçümü büyük ama nüfusu nispeten az olan, muazzam ekonomik imkanlara ve önemli bir stratejik konuma sahip bir ülkede yaşanmaktadır.
Libya topraklarında, bir zamanlar Washington’a yakın kabul edilen bölgesel güçlerin, AB üyesi ve NATO üyesi Avrupa ülkelerinin çıkarları çelişiyor. Moskova’nın çıkarlarının nerede başlayıp Washington’un çıkarlarının nerede sona erdiği ise belirsiz. Bütün bunlarla birlikte, Libya’daki iç çatlak büyüyor ve 3 coğrafi oluşum (Barka, Trablus ve Fizan) arasındaki bölünmeler gittikçe daha fazla su yüzüne çıkıyor.
Bunun, büyük kabileler arasındaki ilişkiler ile batı (Berberiler) ve güneydeki (Tebu ve Tuaregler) Arap olmayan unsurlara da yansımaları oluyor.
Bu acı verici sahne karşısında, devam eden ve sonuçları Arap topraklarına yansımaya başlayan başarısızlıklarımızı itiraf etmeliyiz. Çünkü bu topraklarda Araplar ev sahibi olmaktan çıkıp neredeyse misafir haline geldiler. Kaderleri başkaları tarafından belirleniyor. Sınırlarını başkaları çiziyor. Liderlerini dahi kendileri değil başkaları seçiyor.