İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Kara coğrafya ile bir arada yaşama asrı

28’inci ABD Başkanı Woodrow Wilson 1917'de ABD'nin Birinci Dünya Savaşı'na girmesi için Kongre’nin onayını almaya çalışırken, bu savaşın ‘dünyayı demokrasi için güvenli bir yer haline getirme’ savaşı olduğunu söyledi.
Savaşı güvenlik ve demokrasiyle bir araya getirmek bir paradoks. Ancak Hizbullah Genel Sekreteri’nin dün Lübnanlıların karşısında dile getirdiği paradokstan daha büyük değil.
Zira Hasan Nasrallah, kendine özgü örtük tehdit tarzıyla takipçilerine ‘iç savaşı önlemek adına öfkelerini kullanmaya devam etmeleri’ çağrısında bulundu. Tek silahlı tarafın kendisi olduğu bir ülkede ‘savaşı önlemek için öfke’ ve hatta bir ‘iç savaş’.
Silahsız bir iç savaş başlatan böyle aptalca bir şeyi kim düşünür?
En güçlü silahının istifa olduğu ortaya çıkan ve İran’a bağlı milislerin hakimiyetiyle son bulacağından korkulan bir geçiş hükümeti mi?
Yoksa ‘elçilik ajanları’ olarak suçlanan bir kadro mu?
Arap bölgesinin ekonomik krizlerden başarısız devletlere doğru seyrettiği acı gerçekler ışığında slogan atmak artık yararlı değil. Aynı şekilde geçmiş hırsların tercümesi sadedinde ideallerin ticareti konusunda sessiz kalmak da doğru değil.
Ben kişisel olarak “Okyanustan Körfez'e” Arap milliyetçiliği rüyasıyla yetişmiş bir kuşaktanım.
Babam, benden önce, 1920-1943 arasında manda karşıtı mücadele dönemini yaşadı.
Dedem, Osmanlıcı örgütleri takip eden ‘Türkleştirme’ dalgasına karşı Arap Uyanışı hareketinde bir aktivistti.
Kısacası Arapçılık fikri, hiçbir zaman benim ve daha iyi bir gelecek hayali kuran birçok idealistin aklından çıkmadı.
Bununla birlikte zaman size bir şeyler öğretir. Öğrettiği en acı şeylerden biri ‘değişen dünya, değişen güç dengesi ve iç içe geçen kültürlerin ışığında’ tek başına iyi niyetin yeterli olmadığıdır.
Gerçekten de tıpkı birtakım ülkelerin düştüğü, diğerlerinin yükseldiği, sınırların ortadan kalktığı ve ideolojinin hakim olduğu dönem içerisinde Avrupa’da olduğu gibi bugünlerde de bizim haritalarımız değişiyor.
Bugün, istesek de istemesek de el-Fahri Barudi’nin sözleri ufukta kayboluyor: “Şam’dan Bağdat’a tüm Arap ülkeleri benim vatanım…”
Bizim hatalarımızdan ve diğer birtakım sebeplerden dolayı kayboluyor. Başkalarının açgözlülükleri ve bizim hatalarımızdan yararlanma hırsları da sebepler arasında yer alıyor.
Manda ve bağımsızlık sonrasında haritaları değiştirmek günümüzde artık tuhaf değil.
Zira Sudan, 2011 yılında resmen bölündü. Aradaki teknik detayların bir önemi yok. Milyonların yerinden edilmesi, antik şehirlerin yıkılması ve ülkelerimize fanatizm belasının aşılanması, içimizdeki idealizmin masumiyetini öldüren acı gerçeklerdir. Artık şu atasözünün içerdiği bilgeliğin farkındayız: “Kor yalnızca bulunduğu yeri yakar.”
Suriye'deki Kürt halkı, ‘Türkiye'nin kendileri için en büyük düşmanı olmadığına’ ya da Arap aşiretleri ile Suriye'nin kuzeyinde ve Irak'ın kuzeybatısındaki Süryani ve Ezidi köyleri, radikal Kürtlerin ve DEAŞ örgütünün kendileri için bir tehdit oluşturmadığına nasıl ikna edilebilirler?
Peki bölgesel ve uluslararası çıkarların örtüştüğü, petrol hesaplarının görüldüğü, göç ve iltica gibi meselelerden mustarip olan bir ülke olarak Libya hakkında ne diyebiliriz?
Artık zayıf bir bölgesel taraf haline geldiğimizi ve çevremizde gözünü bize dikmiş olan hırsları bertaraf etmeye çalışmadığımızı itiraf etmeliyiz. Önümüzde ABD seçimlerinden sonra uluslararası yaklaşımların netleşeceği çok zor birkaç ay var. Bu aylar, politikamızı seçenekler olarak tanımlamamıza izin vermeyen tehlikeli aylardır.
4 Ağustos'ta Beyrut'ta yaşananlar bizim ve dünyanın ihmal ettiği büyük bir hadisedir.
İran'ın, BAE’nin 3 adasını işgal etmesi ve Bahreyn üzerinde egemenlik talep etmeye devam etmesi, burada mezhepçiliği körüklemesi ve Yemen'deki Husi milisleri aracılığıyla bölgeyi bombalama tehdidinde bulunması yeni bir şey değil.
Üstelik 2003 yılından bu yana Irak, Suriye ve Lübnan'da güçlenen İran hegemonyası, üç ülkede yaklaşık 15 milyon insanın yerinden olmasına yol açtı. Bu duruma bir son verilmediği takdirde daha fazla insan yerinden olabilir.
Türklerin Doğu Akdeniz ve Libya'daki emelleriyle yapılan mücadele, Birinci Dünya Savaşı'ndan beri benzeri görülmemiş bir hal alıyor.