Gassan Şerbil
Şarku'l Avsat Genel Yayın Yönetmeni
TT

Filistinliler ve zaman silahı

Yıllar önce George Habaş ile bazı hatıralarını kayıt altına almak için Şam’da görüşmüştüm. Sağlık sorunlarına ve dünya istediğinden tam aksi yöne kaymış olmasına rağmen iradesi demirdendi. Filistin Halk Kurtuluş Cephesi liderine dünyanın değiştiğini ancak bu değişimin Filistinlilerin lehine olmadığını, Sovyetler Birliği, yardım ya da sığınak sunan “yoldaşların” buharlaşıp yok olduğunu söylemiştim. Irak'ın Kuveyt'i işgalinden sonra bölgedeki mevcut duruma değinmiş ve kendisine “Elinizde güvendiğiniz bir şey kaldı mı?” diye sormuştum. Habaş bir süre susmuş, ardından soruya “Adaletsizliğin sonsuza dek sürmeyeceği hissime ve bundan önce de halkıma güveniyorum” cevabını vermişti. Zamanın Filistinlilerin lehine işlediğini mi düşündüğü soruma ise zamanın kendisini iyi kullanan ve istihdam edenin lehine işlediği karşılığını vermişti. George Habaş’ın bu sözleri “gerçekçiliği” ile tanınmadığı için özellikle dikkatimi çekmişti.
Filistinlilerin yaşadığı bu sıcak yazı düşünürken bugün tanık olduğumuz durum üzerinde iz bırakan, geçmişte kalmış bir başka sıcak yazdan sahneler hatırladım. 1982 yılının bu ayında İsrail ordusu Beyrut’u kuşatmış ve farklı türden ölüm silahları ile şehri dövüyordu. Ayın başından itibaren ve başka bir seçeneğin imkânsız olduğunun teyit edilmesinden sonra kuşatılmış şehri savunanların lideri Yaser Arafat’ın zihninde şehri terk etme fikri iyice olgunlaşmıştı.
Lübnan Komünist Parti lideri George Havi, bu konuda yardım istemek için doğal olarak Sovyetler Birliği’nin Beyrut Büyükelçiliği’ne yönelmişti. Lübnan’ın başkenti kuşatma altındaydı ve içeride Filistin direniş liderleri ile binlerce savaşçı vardı. Bunların yanı sıra Lübnanlı “Ulusal Hareket” savaşçıları, Beyrut’ta konuşlandırılmış Suriye ordusu birlikleri de vardı. Sovyetler Birliği Büyükelçisi Alexander Soldatov, yoldaş ziyaretçisini kandırmadı. Ona manevi, diplomatik ve medya desteği vermeye söz verdi ama sahada İsrail savaş makinesini durdurabilecek ve ateşkesi dayatabilecek bir adım atabileceğine dair hiçbir imada bulunmadı. Havi’nin yaşadığı hayal kırıklığını Beyrut’ta kuşatılmış güçlerin liderlerine açıklaması zordu. Bu nedenle Arafat’ı büyükelçi ile görüştürdü. Filistinli lider büyükelçiden aynı sözleri duyduğunda seçeneklerinin daraldığını ve Beyrut’tan ayrılma koşullarını iyileştirmek dışında seçeneği kalmadığını anladı.
Böylece 1982 yılının ağustos ayının sonlarında kuşatma altındaki şehirde bulunan Lübnanlı liderleri ziyaret ederek onlarla vedalaştı. Kendisini uğurlamaya gelen büyük kalabalıkların ortasında gemiye binerek şehirden ayrıldı. O yaz İsrail büyük bir hedefini gerçekleştirmişti. Ürdün’den ayrılmak zorunda bırakıldıktan, Suriye topraklarından saldırılar düzenlenmesi engellendikten sonra Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) Arap-İsrail cephe hattındaki son mevzisi olan Lübnan’dan da uzaklaştırarak bu tehlikeyi bertaraf etmeyi ve sınırlarından uzaklaştırmayı başarmıştı.
Uzak Tunus topraklarındaki Arafat’ın elinde son bir kart kalmıştı; işgal altında yaşayan Filistin halkı. Nitekim halk, kimliğini silmeye ve kendisini teslim olmaya zorlamaya yönelik tüm girişimleri boşa çıkararak başkaldırmakta tereddüt etmedi.  Ancak Arafat aynı dönemde kendini birden iki depremin karşısında buldu. Birincisi Irak’ın Kuveyt’i işgali, ardından gelenler ve Filistin liderliğinin pozisyonundaki belirsizliklerin tetiklediği çetrefilli dönem. İkincisi, Sovyetler Birliği’nin birden büyük bir güç konumundan müze ve tarih raflarına geçmesiydi. Kuveyt’i işgal eden Irak ordusunun enkazı ve Sovyetler İmparatorluğu küllerinden, doğası gereği Filistinliler ile çatışmasında İsrail’in konumunu pekiştiren Amerikan dünyası doğdu.
Arafat, örgütünün Arap dünyasındaki ilişkilerinin gerilemesinden ve rahatsız edici uluslararası değişimlerden korktu. Keza liderliğinin en önemli dayanaklarının şehit olduğunu gördüğünde de zamandan korktu ve Filistin bayrağı altında bir Filistin toprağında ikamet etme ve çözümü bekleme hakkı karşılığında, koymuş oldukları yasakları kaldırmak ve tavizler vermek zorunda olduğunu düşündü. Hem yeni dünya ABD güvencesinden daha iyi bir seçenek de sunmuyordu. Bu nedenle Oslo Anlaşması, Beyaz Saray’ın çiçekli bahçesinde ve ABD’li ortağın himayesinde imzalandı. İmzalandıktan sonra Oslo, şiddetli bir saldırıya maruz kaldı. Daha sonra, kendisini imzalayan İsrail başbakanı İzak Rabin’e düzenlenen suikast ile büyük bir yara aldı. İsrail’in kendisinin adil hatta yarı adil bir uzlaşıyı dahi kabul etmediği, barış etiketini kontrolünü sürdürmek ve projelerini sağlamlaştırmak için kullandığı ortaya çıktığında daha da büyük bir yara aldı. Aynı şekilde Hamas ve İslami Cihat örgütleri, İran’ın desteğiyle intihar saldırıları düzenlemeye başladıklarında da...
İntihar saldırıları daha sonra gerçekleşen intifadaya gölge düşürmüş ve Şaron, Beyrut’ta olduğu gibi Arafat’ı bir kez daha ama bu kez Filistin topraklarında kuşatmak için bu saldırıları gerekçe olarak kullanmıştı. 11 Eylül saldırıları ve ABD’nin Irak’ı işgal etmesinden sonra zaman bir kez daha Filistinlilerin aleyhine işledi. Zira terörle mücadele konusu kendisi dışındaki tüm konuları arka planda bıraktı.
ABD’nin Irak’ı işgali ve bölgede İran’ın nüfuzunun genişlemesinden sonra, bölge ülkelerinin öncelikleri değişmeye başladı. Müslüman Kardeşlerin etkisini taşıyan Arap Baharı rüzgarlarının esmesi, bilhassa Türkiye ve İran’ın Arap sahalarını paylaşmak gibi bir şeye hazırlandıklarının görülmesinden sonra bölge ülkelerinin güvenlik korkularını büyüttü. Filistin meselesi tek ve ilk mesele olmaktan çıktı. Ülkeler ya DEAŞ ile mücadele ya da kendilerini İran ve Türk müdahalelerine karşı takviye etmekle meşgul oldu.
İçinde bulunduğumuz yüzyılda yaşanan olayların bölgede Arapların ağırlığının azalmasına, Filistin meselesindeki ağırlıklarının bölgesel ve küresel açıdan gerilediğine tanık olduğunu söylersek abartmış olmayız. Bu, inkâr edemeyeceğimiz acı bir gerçektir. Netanyahu ile Putin arasında mevcut sıcak ilişkiye dikkat etmek, Filistinlilerin kaybının boyutunu anlamak için yeterlidir. Aynı zamanda Gazze ile Batı Şeria arasındaki derin Filistin bölünmesi de bölgede ve dünyada Filistin’in sesini zayıflattı. Bu da 2002'de Beyrut Arap Zirvesi’nde onaylanan Arap Barış Projesi’nin tüm yankılarının zayıflamasına neden oldu.
Bu Arap, bölgesel ve uluslararası sahnenin ışığında, devletler hesaplarını yeniden gözden geçirmeye, yeni dünya ile onun ticari ve siyasi ilişkiler ağına tam anlamıyla katılmak için çıkarlarını ve koşullarını incelemeye başladılar. Ülkeler, İsrail ile ilişki kurma kararının Filistinlileri temsil etmediği, onlar adına konuşmaya veya onları bağlamaya çalışmadığı sürece her devletin kendi egemen kararı olduğunu düşünür oldular. BAE ile İsrail arasındaki anlaşmaya da bu bağlamdan bakılabilir. Bu anlaşma gereğince İsrail, iki devletli çözümü tamamen ortadan kaldırabilecek Batı Şeria topraklarının bir bölümünü ilhak etme kararını askıya aldı.
Zamanın Filistinlilerin beklentileri üzerinde açık bir etkisi olduğu açık. Gerçekçilik, Filistin tarafının şimdi yapabileceği en iyi şeyin müzakerelerin temeline Arap Barış Girişimi talebine geri dönmeyi yerleştirerek ölümcül bölünmenin üstesinden gelmek olduğunu söylüyor. İsrail, daha fazla toprak ilhak etmek ve sahadaki oldu bittileri dayatmak için Filistinlilere karşı zaman silahını kullandı. Ayrıca dünyanın bu meselenin adil bir barışa ihtiyacı olduğu inancını zayıflatmak için küresel ve bölgesel dönüşümlerden yararlandı. Ancak tüm bunlar, iki devletli çözüm olmadan gerçek bir barışın sağlanamayacağı gerçeğini ortadan kaldıramadı.
BAE’nin diğer ülkeler gibi boykot ve tanımama politikasının ne Filistinliler ne de Araplara bir yarar sağlamadığını hissettiği bir sır değil. Bu nedenle askıda kalmış sorunları farklı bir iklimde ele almak için iletişime ve tanımaya dayalı başka bir yaklaşım seçti. Filistinliler, pozisyonlarını önce ABD sonra da İsrail tarafına daha fazla ve daha iyi açıklamak için BAE penceresinden yararlanabilirler. Filistinliler, davalarını ABD ile hesaplarını tasfiye etmeye çalışanlara veya bölgesel hegemonik projelere bağlamanın yalnızca daha fazla zaman ve toprak kaybına yol açacağını çok iyi biliyorlar.