Hüseyin Şubukşi
TT

Lockerbie ve Hizbullah!

Terör örgütü Hizbullah lideri Hasan Nasrallah ile Libya’nın eski lideri Muammer Kaddafi arasında, başka bir sisteme tabi olmalarının yanı sıra klişe ve büyük slogan sevdaları haricinde büyük bir benzerlik yok. Hasan Nasrallah, İran’daki Velayet-i Fakih rejimine, sanırım Kaddafi de Satürn'deki Velayet-i Fakih rejimine tabiydi.
Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin Hizbullah üyesi Selim Ayyaş'ı eski Lübnan Başbakanı Refik Hariri'ye suikast düzenlemekle suçladığı kararının ardından sonra iki figür arasındaki karşılaştırmayı hatırladım.
21 Aralık 1988’de Pan Amerikan Havayolları’nın 103 sefer sayılı uçuşunu gerçekleştiren Boeing 747 tipi uçağa yerleştiren patlayıcı İskoçya'nın Lockerbie kasabası üzerinde infilak ettiği olayın hadisenin ardından Libya istihbaratından Abdulbasid el-Megrahi ve Emin Halife Fehime itham edilmişti. Kaddafi, sanıkları teslim etme konusundaki uluslararası karara uymayı reddetti ve bunun ardından ülke uzun seneler devam edecek olan bir ekonomik boykot ve yaptırımlar girdabına girdi. Ülkenin itibarı yerle bir oldu ve gücü zayıfladı. Kaddafi, uluslararası arabuluculuktan sonra sanıkları teslim etmeyi ve kurbanların ailelerine büyük maddi tazminat ödemeyi zorla da olsa kabul etti. Mahkeme, Megrahi’yi mahkum etti. Emin Halife ise beraat etti. Megrahi de birkaç yıl sonra hastalık sebebiyle serbest bırakıldı ve Libya'ya gitti. Çok geçmeden de orada öldü.
Aynı sahne bugün Hizbullah örgütü ve Hariri suikastındaki sanıkları teslim etme konusundaki tutumuyla tekrarlanıyor. Bugün uluslararası arenada bir terör örgütü olarak görülen Hizbullah, hakkında suikasttan dolayı uluslararası mahkeme kararı çıkan üyelerini koruyor.
Hizbullah, ülkedeki güvenlik ve yargı otoritesinden uzakta kendi sistemi içinde ‘yaşamaya’ alışmış bir durumda. Beyrut'un güney banliyölerinde kontrolü altında bulunan alanlarda yaşananlar bunun çarpıcı bir örneğidir. Aynı zamanda bölge sakinlerinden olan Fadi Tevfik, ‘Allah’ın Mikro Ülkesi: Dahiye’ye ve Partisi’ne Hoşgeldiniz’ isimli kitabında terör örgütünün burada kendi rejimini kurduğunu açıkça ortaya koyuyor. Bu kitap Hizbullah’ın terör projesinin ulusal devlet projesine yönelik tehlikelerini gösteren ilk ve tek kitap değil. Konu hakkında ilk uyarıda bulunanlardan biri, ‘Hizbullah Devleti: Lübnan İslami Bir Toplumdur’ isimli önemli kitabın sahibi büyük Lübnanlı yazar ve araştırmacı Vidah Şerare’dir. Yazılan bir diğer kitap da Fayez Kazzi’ye ait olan ‘Hizbullah: Lübnan’ın İran’a Bağlılık Maskeleri’ isimli kitabıdır. Yazar, bu kitabının belge niteliğinde bir kitap olduğunu söylüyor.
Lübnan uluslararası bir çıkmazla karşı karşıya bulunuyor. Ülkeyi kontrol eden siyasi ve askeri bir blok, uluslararası mahkeme tarafından aranan bir teröristi koruyor ve teslim etmeyi reddediyor. Uluslararası mahkeme ile uyum süreci tamamlanmaksızın siyasi ve ekonomik reformlardan bahsetmek saçmadır. Bu konu üzerine düşünürken eski Tokyo Belediye Başkanı Shintaro Ishihara’nın ‘Hayır Diyebilen Japonya’ isimli popüler kitabında Fransız siyasetini anlatırken yazdıklarını hatırladım:
“Fransa tuhaf ve eşsiz bir ülke. Ülkenin cumhurbaşkanı barış çağrısıyla dünyayı dolaşırken başbakanı silah fabrikaları üretimini pazarlamak için dünyayı dolaşıyor.”
Lübnan, son derece tehlikeli bir iç siyasi krizin yanı sıra korona salgınının ulaştığı nokta itibariyle ciddi bir sağlık kriziyle karşı karşıya bulunuyor. Özellikle suikastın tamamen dahili bir siyasi mesele olması dolayısıyla ülkenin müzakere edebilecek mali gücü olmayacak. Hizbullah üyelerinin neşeyle karşıladığı ve havaya kurşun sıktığı mahkeme kararı, sorumluluğundan kaçamayacağı bir yasal suçlamadır. Örgüt, çevresinde alışıldığı haliyle ‘Selim Ayyaş intihar etmedikçe’ bundan kurtulamayacak.