İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Lübnan’da sorunlardan kaçmak resmi çözüm haline geldiğinde

Ülke genelinde Kovid-19 vakalarının rekor düzeyde artmasının ardından Lübnan dün, genel karantina uygulamasına geri döndü.
İki hafta sürecek bu karantina gerekirse uzatılacak. Karantina, korkunç finansal ve ekonomik çöküşle başlayan, çözülmesi zor yönetim kriziyle kötüleşen, 4 Ağustos’ta 200’den fazla kişinin öldüğü ve kayıp olduğu, 5 binden fazla vatandaşın yaralandığı, ayrıca başkentin binalarının yarısının fiilen yıkıma uğradığı Beyrut Limanı patlaması ile taçlandırılan dehşetli bir acılar ve darbeler karışımıyla aynı zamana denk geldi.
Tüm standartlara göre ve çoğu kurumsal ülkede, böylesine felaket bir durum, açıklığa kavuşturmayı gerektirir.
Cesur, öngörülü, bilge, sorumluluklarını üstlenen ya da en azından kusurlu olduğunu kabul edip yönetimden çekilen bir liderliğe ihtiyaç duyar.
Ne var ki, geçen yılın sonbaharından itibaren başlayan darbeler dizisini takip ettiğimizde, tüm yaklaşımların aslında çözüm istemediğini, aksine rakiplerinden intikam alma ve sonuçlardan onları sorumlu tutmaya çalıştığını görürüz.
İktidarın en başından beri değişmeye niyeti yoktu. Niyeti, halkın taleplerinin etrafından dolanmak, itirazlarını geçiştirmek, intikam almak, kandırmak ve halkı aldatmaktı.
Acı çeken ve ekmeği için endişeli kalabalıklar 17 Ekim’de sokağa indiklerinde, boğazlarından kendiliğinden kopan haykırış siyasi sınıfın tamamını hedef almıştı.
O dönemde, kitleler ayrıntılar üzerinde durmamışlardı. Çektikleri acı o kadar şiddetliydi ki hak ihlalleri, suçlar ya da sorumsuzluklar kim olursa olsun tüm figürleri kınamalarına neden oluyordu.
Acı çekenlerin içgüdüsü, saf “Hepiniz yani hepiniz!” sloganı aracılığıyla siyasi elitlerin tamamen değişmesini talep ediyordu.
Ancak Lübnan, mezhepçi çıkarların vatan düşüncesinin üstünde olduğu bir Lübnan ve iktidar sistemindeki en zayıf taraf, kırılgan “uzlaşı” hükümeti olduğu için doğal olarak sadece hükümet düştü.
Hükümet sadece görevlerini ihmal ettiğinden değil, statüko ve çıkarların uzlaşısı olduğundan da istifa etmesi gerekiyordu.
İstifası zaten gerekiyordu çünkü hükümet, Hizbullah’ın gayrı meşru silahların gölgesi altındaydı.
Ayrıca hükümet halk hareketine “güçlü bir dönem” vaat etmişti. Oysa bu vaadini gerçekleştiremeyeceği en başından belliydi. Çünkü popülist Cumhurbaşkanı ve Devletten daha etkin paralel milis devletinin gölgesinde hükümet sorumluluğunu üstlenmişti zaten.
Dolayısıyla, hükümetin istifa etmesi doğaldı. Nitekim, sokağın baskısı altında ve onun taleplerine boyun eğerek yaptığı şey de bu oldu.
İstifa, mezhepçi kutuplaşma ve fırsatçılık arka planında hızlı bir çöküşe karşı uyaran tehlikeli bir durumu mümkün olduğunca toparlamak için bir dönüm noktası ve vesileydi.
Fakat iktidarın gerçek sahipleri, siyasi ve ekonomik krizle mücadele etmek yerine, bu krizlerin üzerinden atlayıp ilerlemeye devam etmeyi seçtiler.
Bu kişiler, rakiplerini ötekileştirmekle yetinmeyip sokakların öfkesini sadece rakiplerine yönelikmiş gibi yansıttılar. Lübnan iç savaşının sona erdiği 1990 yılından günümüze 30 yıl boyunca tekrarlanan başarısızlıkların tek sorumluları rakipleriymiş gibi göstermeye çalıştılar.
21 Ocak’ta Hassan Diyab hükümeti kuruldu. Diyab’ın hükümeti kurmakla görevlendirilmesi, biçim, koşullar ve içerik olarak açıkça Sünni sokağın duygularına bir meydan okumaydı. Zira Lübnanlıların çoğu gibi Sünni sokak da “Hepiniz yani hepiniz!” sloganının herkese uygulanacağını sanıyordu. Tek bedel ödeyenin zayıf düşürülmüş Sünni toplumu olmasını beklemiyordu.
Öte yandan, yeni hükümetin kuruluşu, Çin’de başlayarak, İran, İtalya ve İspanya başta olmak üzere diğer dünya ülkelerine yayılan “Kovid-19” virüsünün Lübnan’da da hızla yayılmaya başladığı döneme denk geldi.
İran makamların ülkelerindeki salgının boyutunu gizlemesi ışığında, İran ve tabi ki Çin ile siyasi, dini ve ticari ilişkileri olan ülke ve çevrelerde virüsün hızla yayılması kaçınılmazdı.
Aslında, Tahran ile Beyrut arasındaki uçuşlar birkaç hafta boyunca devam etmiş ve sağlık bakanı Hizbullah’a bağlı iki bakandan biri olsa da Lübnan, bir süreliğine en kötünün yaşanmasını önlemeyi başarmış gibi göründü.    
Buna paralel olarak, Avrupa’nın kararsızlığı ışığında ABD’nin Tahran’a karşı gerilimi tırmandırması, Washington ve Tel Aviv arasındaki siyasi koordinasyonun güçlenmesi, Tahran’ın sessiz kaldığı Suriye içinde (ve dışında) İran Devrim Muhafızlarına ait olduğu söylenen mevzilere  saldırılar düzenlenmesi açısından olsun siyasi gerilim yükseliyordu. Uluslararası Lübnan Özel Mahkemesi’nin Refik Hariri ve yoldaşları suikastı davasında kararını açıklama tarihi için geri sayım hızlanmıştı.
Geçtiğimiz birkaç hafta içinde Lübnan'ın mali ve ekonomik çöküşü hızlanmıştı. Yönetim krizi de kötüleşmişti. Bunun üzerine Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron Beyrut’u ziyaret etmiş, Lübnanlı politikacılar ile durumu görüşüp, gerçek siyasi reform olmadan dış destek olmayacağını vurgulamıştı.
 Ancak Uluslararası Mahkeme, Hariri davasındaki kararını açıklamadan önce Beyrut Limanı’nda meydana gelen yıkıcı patlama şehrin büyük bölümünü etkiledi.
Bu patlama, bardağı taşıran son damla oldu. Çok sayıda kurbanın yanı sıra en az 5 büyük hastane – bunların 3’ü üniversite hastanesi- büyük zarar gördü. Bu, ülkenin Kovid-19 salgını ile mücadele ettiği sıkıntılı bir dönemde yatak sayısını azalttı ve sağlık hizmetlerini aksattı.
Patlama ayrıca, esasen iflasın eşiğinde duran işyerlerine büyük zarar verdi. Son olarak, hadisenin doğası ve nedenleri, gizlenen bir askeri saldırı mı yoksa yerleşim yerlerinin yakınındaki sivil bir limanda büyük miktarlarda ölümcül patlayıcı maddenin varlığını görmezden gelen bir devletin ihmalkarlığı ve hesap vermenin yokluğuyla bağlantılı bir hata mı olduğuna dair soruları gündeme getirdi.
Hadise ve aciz resmi devletin rolünün nerede sona erip gerçek ve aktif devletçiğin rolünün nerede başladığı hakkındaki bu soru işaretleri haklıdır.
Beyrut Limanı felaketi, aylarca süren her türlü başarısızlıktan sonra yönetme gücüne sahip olmayan hükümetin istifasını hızlandırmasına rağmen maalesef şu ana kadar, ne niyetlerde ne de yaklaşımlarda çok fazla değişiklik olduğuna dair hiçbir gösterge yok.
Lübnan'daki yönetimin tek derdi, belki de artık onun için bir anlamı kalmayan bir ulusun enkazına neden olsa bile çıkarlarını korumaktır.