Sam Mensa
TT

İşgal, elektronik adalet ve uluslararası toplum serabı

Uluslararası Lübnan Özel Mahkemesi’nin eski Başbakan Refik Hariri ve yoldaşları suikastı davasıyla ilgili kararı nihayet açıklandı. Bugünden itibaren, Hizbullah’ın Selim Ayyaş adındaki güvenlik ve askeri yetkilisinin eski Lübnan Başbakanı’nı öldürmekten suçlu bulunduğu gerçeğini hiç kimse görmezden gelemez. Bu, ortadan kaldırılması artık mümkün olmayan sağlam bir gerçektir. Kendisini görmezden gelmenin, siyaset, güvenlik, hukuk, uluslararası ve Lübnan adalet terazisinde değeri yoktur.
Ancak, bu gerçeğe rağmen ve kararın uzmanlara bıraktığım hukuki yönlerinden uzakta, 2005 yılında Lübnan ve bölgeyi sarsan depremden 15 yıl sonra açıklanan karar, biçimi ve içeriğiyle “engel olma” ekseninden bir dizi yorumcu ve analistin, gerçek kabul ettikleri olguları pazarlamalarına ve esas kabul etmelerine olanak tanıdı. Bunların 4’ü önemlidir:
Birincisi; karar, Suriye rejimini beraat ettirmiş veya daha doğrusu, kesin yasal bir delil ile suçla bağlantısını doğrulayamamıştır.
İkincisi; Hizbullah liderliğini beraat ettirmiş veya daha doğrusu, olaya karıştığına dair tartışmasız kanıtlara ulaşamamıştır.
Üçüncüsü; yukarıda bahsettiğimiz kişiler Suriye'nin beraatına ve o sırada Hizbullah'ın onun bilgisi olmadan bu büyüklükte ve tehlikede bir eylem gerçekleştiremeyeceğine dayanarak, Hariri suikastından İsrail'i sorumlu tutan ve kendisini daha sonra Suriye'de çıkan savaşla ilişkilendiren analizlerde bulundular. Hatta analizlerinde Hariri suikastını, Beyrut limanı patlaması ile ilişkilendirme kertesine vardılar.
Dördüncüsü; mahkemenin suikasttan sorumlu tuttuğu tek kişi olan Selim Ayyaş’ı, sürü dışına çıkıp tek başına hareket eden birisi saydılar.
Mahkemenin profesyonelliğine ve tarafsızlığına dil uzatmadan kararın, Lübnanlı subay Visam Eid tarafından mahkemeye sağlanan kanıt ve iletişim ağına dayandığına dikkat çekmek isteriz. Visam Eid de Esed rejimi ve Hizbullah’a muhalif önde gelen Lübnanlı şahsiyetleri hedef alan suikastlar dizisi kapsamında öldürülmüştü. Mahkemenin daha sonra yürüttüğü soruşturma Visam Eid’in kendisine sağladığı kanıtlara yeni bir şeyler eklemedi.
Mahkemenin Lübnanlı ve uluslararası hakimleri içeren bağımsız bir yargı organı olduğu, BM’ye bağlı olmadığı ve devletlere, kurumlara veya partilere suçlama yöneltemeyeceği bilinse de uzun zamandır beklenen bu karar, şüphelilere BM ve ajansları tarafından temsil edilen uluslararası toplumun ulaşabileceği sınırları, ayrıca oynayabileceği rolün sınırlarını bir kez daha teyit etti. Bu, özellikle ülkedeki mevcut koşullar ışığında Lübnanlılar için de bir şok oldu. Eski ve yeni birçok başka faktör sebebiyle zaten var olan hayal kırıklıklarını büyüttü. Bu faktörlerin en önemlileri, kronik siyasi tıkanıklık, benzeri görülmemiş ekonomik ve finansal çöküş, Beyrut limanı patlamasının dehşeti, insani ve siyasi yansımaları, özellikle de Hassan Diyab hükümetinin istifa etmesi ve Hizbullah’ın bunu izleyen sert tavrıdır. Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, uluslararası toplumun talep ettiği reformları uygulayabilecek tarafsız hükümete karşı olduğunu açıklayarak bu sert tavrını dillendirmişti.
Bütün bunlar bizi Lübnan’daki gerçek soruna götürüyor. Yani teorik olarak 1943’teki bağımsızlıktan bugüne var olan Lübnan devletinin, inşa edilmekte olan alternatif devlet lehine erozyona uğradığı gerçeğine. Reform, yolsuzlukla mücadele ve yönetimi iyileştirmeye yönelik tüm taleplerin dikkatleri hastalığın asıl nedeninden, yani ülkenin altmış yıldır işgal altında olduğu gerçeğinden uzaklaştırmayı amaçladığı açıklığa kavuştu.
Altmışlı yıllardan günümüze Lübnan’ın modern tarihine hızlı bir bakış, 1969’ta Kahire Anlaşması’nın imzalanmasından Beyrut limanı patlamasına kadar Lübnan’ın yaşadığı krizlerin, siyasi katılımı güçlendiren siyasi reform ile yolsuzluk ve israfı ortadan kaldıran ekonomik reform girişimleri yoluyla ele alındığını veya ele alınmaya çalışıldığını göstermektedir. Bunlar, şu anda iç ve dış tarafların birlikte gündeme getirdikleri taleplerdir. Gerçekler ise gerçek krizlerin nedeninin, geçmişte olduğu gibi bugün de devletin Lübnan topraklarındaki yabancı varlığı karşısında yıkılacak kadar zayıf olması ile bu yabancı güçlerin şapkaları değişse de Lübnan’da oynadıkları rolün aynı olduğunu tartışmasız ve kesin bir şekilde göstermektedir
Altmışlı yılların sonunda bu varlığı, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ve Lübnan safları arasındaki bölünmelerden yararlanarak Lübnan siyasetinin kilit noktaları üzerinde sağladığı kontrol temsil ediyordu. O dönemde, iç savaşın başlangıcında yaşanan İki Yıl Savaşı sırasında, Ulusal ve İlerici Partiler ve Kuvvetler Cephesi İlerleme Programı uygulamaya geçirilmişti. Bu program, siyasi Marunilik adı verilen gücün etkisini azaltarak siyasi rejimi reforme etmeyi, başbakana daha fazla yetki sağlamayı, siyasi mezhepçiliği kaldırmayı amaçlıyordu. Aynı dönemde ve tam olarak cumhurbaşkanı Süleyman Frenciye’nin görev süresinin sonları olan 1976 yılında, yine bir reform belgesi olan anayasa belgesi gündeme gelmişti. İsrail işgali, FKÖ’nün Lübnan’dan ayrılması,   Suriye’nin onun yerine geçerek Lübnan’ı vesayeti altına alması ya da İsrail’in yanı sıra işgal etmesinden sonra, 1983’te Cenevre, 1984’te Lozan’da düzenlenen iki konferans da iç savaş devam ederken siyasi sistemde reform talep etmişti. 1985’te daha sonra ihlal edilen Üçlü Anlaşma imzalandı. Daha sonra da teorik olarak yine siyasi sistemin reformu yoluyla İkinci Cumhuriyetin temelini atan 1989 Taif Anlaşması geldi. Suriye’nin Lübnan’dan çıkması ve müttefiki Hizbullah aracılığıyla yerini İran işgalinin almasından sonra bu kez 2008’de Doha Anlaşması imzalandı.
Değişim, siyasi reform ya da siyasi katılım taleplerinin dumanı bütün bu aşamalar boyunca, Lübnan’daki siyasi kargaşa ve iç savaşın gerçek nedenini gizledi. O da devletin zayıflığı ve altmışlı yıllardan bugüne karar mekanizmasına hakim olan yabancı işgaller sebebiyle tam anlamıyla yok olmasıydı. Bütün bunlar, yolsuzluk, kötü yönetim, ihmal, kaos ve kaçakçılığa yol açtı. Bu, reform ve kaybedilen iyi yönetişime ihtiyaç olmadığı anlamına gelmaz. Aksine, aksine acil bir reforma ihtiyaç olduğu ve iyi yönetişimi kaybettiği anlamına gelir. Ölmüş bir bedene giydireceğimiz kıyafetlerle ilgileniyoruz. Var olmayan bir devleti reforme etmek istiyoruz. Bu bazılarını, uçurumun dibinden çıkış için tek umudun Lübnan krizini yönetecek uluslararası bir yönetim olduğunu düşünmeye sevk etti.
Ne var ki, mahkeme kararı, bu umudun da bir serap olduğunu doğruladı. Çünkü bugün etrafında kopan gürültüye rağmen Lübnan'a yönelik uluslararası ilginin ne kadar az ve uluslararası toplumun, herhangi bir siyasi reform veya çözüm için zor olan bu aşamada ona yardım etmek veya onu kurtarmaktan aciz olduğunu gösterdi. Güçlü ülkeler ek bir çatışmanın patlak vermesini istemedikleri için verilen karar, gerçek suçluya atıfta bulunarak ülkede daha fazla gerilime yol açmamaya çalıştıysa, bilinmelidir ki mahkeme buna rağmen gerilim hayaletini uzaklaştıramamıştır. Çünkü böyle bir kararın alınması, Lübnan toplumundaki büyük ve temel kesimleri hayal kırıklığına uğrattı, artan dışlanma ve zayıflatıldığı duygusuyla her an patlayabilecek bir saatli bomba haline getirdi.
En büyük hayal kırıklığı, kararın, kendisine güvenilen Batı dünyasının bugün sağduyudan uzak, modern teknoloji ve bilgisayarlar tarafından sevk edilen uzman ve teknokratlar tarafından yönetildiğini ortaya çıkarmasıydı. Bu gerçek, bahsi geçen terör eyleminde kesin kanıt olarak siyasi ve jeostratejik nedenleri hesaba katmadan ikinci derece yasal unsurlarla donanmış Uluslararası Mahkeme kararının mantığına oldukça benzemektedir.
Sonuç olarak,  Batı, küçük ekranların yönettiği belirsiz bir sanal dünyada yaşıyor ve ilgisini tüketime ve insanların günlük ihtiyaçlarına odaklamış bulunuyor. Öte yanda ise gerçek dünya, 20 yıldan fazla bir süredir "ideologlar" tarafından ele geçirilmiş. Batılı liderler ve seçkinler, uygulayabilecekleri yaratıcı çözümler ve çıkış yolları ile olaylarla cesurca etkileşime girmek yerine sosyal medya ve çevrimiçi platformlar aracılığıyla tartışıyorlar. Yaratıcılıklarını lüks ve refaha harcıyorlar.