Nedim Kuteyş
Lübnanlı gazeteci
TT

Arap-İsrail ilişkilerinde gerilim sonrası dönem

Tama olarak anlamasak ta önümüzde apaçık duran bir gerçek var ki o da son olarak 20 yıl süren Arap-İsrail geriliminin ardından yeni bir döneme girdiğimizdir.
2003 yılında Saddam Hüseyin’i deviren savaşla başlayan ve ardından Arap ilişkilerinde derin bir stratejik boşluk doğuran bu dönem, İran’ın Arap ülkelerine yayılma projesinin başlamasına neden oldu.
Arap ülkeleriyle İsrail arasındaki son gerilimi 1990 senesinde, Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgaliyle de başlatabiliriz. Bu dönemde “Arap dayanışması” ya da “ortak Arap değerler” gibi söylemler başta alay konusuyken daha sonra saçmalık seviyesine kadar düştü. Özellikle Yaser Arafat’ın Saddam’ın yanında yer almasıyla şekillenen bu dönemde toprakları işgal altında olan bir lider, başka toprakları işgal eden bir liderin yanında yer alıyor! Oysa Kuveyt yıllar boyu Filistin davasını savunmuş ve onlara kucak açmış, medya diplomasi ve bir çok alanda desteklemişti!
Filistin’in aldığı bu pozisyon yanlış siyasi okuma ve kötü yönetimden ziyade ciddi bir ahlaki ve değer çöküşü göstermektedir.
Daha sonra Kuveyt’i işgalden kurtarmak amacıyla başlayan İkinci Körfez Savaşı, İsrail-Arap barış dönemlerinin de ikincisini başlatmış oldu. Madrid Konferansı’yla Ürdün-İsrail barışı ve ardından Suriye-İsrail görüşmeleri ve daha sonra Yaser Arafat’ın Tunus’tan Filistin’e geri dönmesiyle 1948’den beri ilk defa siyasi ve hukuki bir temele oturtulan Ulusal Filistin Yönetimi’nin kurulmasını hatırlayabiliriz.
Aslında bu barış çabası gittikçe güç kaybediyordu. Silahlı direniş döneminden çıkıp bu aziz dava için yeni bir ufuk açma arayışıyla Filistin’i işgalden kurtarmak ve sonrasında ondan kurtulmak o kadar kolay olmayacaktı.
Mısır manevi, demografik, kültürel ve siyasi ağırlığıyla bu gerilimden 1978 yılında  Camp David Anlaşması’yla ve daha sonra 1979 baharında Mısır-İsrail Barış Antlaşmasında çıkmayı başardı. Beyrut’un işgali ve ardından Filistin’in Tunus sebatından sonra 1982’den itibaren bu gerilim bir Filistin-İsrail gerilimine dönüştü.
İdeolojik dönemeçlerle kaplı, her türlü çatışmaların sürdüğü ve Ortadoğu’nun çehresini değiştiren uzun yıllar, İran’da Humeyni devrimiyle Şii yayılma projesinin başlamasına sebep oldu. Buna paralel olarak Sovyetlere karşı Sünni cihatçı akımlar, ardından Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla, siyaset bilimci Francis Fukuyama’nın deyimiyle, “Tarihin Sonu” gerçekleşti.
1982’de Lübnan işgalinden sonra Arap-İsrail geriliminin askeri boyutu Lübnan’ın güneyinde ufak tefek çatışmalarla sınırlı kaldı. Ardından 2006’da gerçekleşen çatışmalar ise siyasi literatüre İran-İsrail savaşı olarak girdi.
Savaşın çıkmasının sebebi Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ın “Bilseydim” ibresiyle özetlediği taktik ve takdir eksikliğini mi yoksa İran’ın Refik Hariri suikastı sonrası bölgeyi şekillendirme hevesi ve arzusu muydu bilinmiyor? Bunu bir önemi yok aslında.
Önemli olan 2003 ve 2006 yılları arasındaki savaş ve çatışmaların,  Arap siyasetinde belirleyici olan Arap-İsrail gerilimini İsrail-İran gerilimine doğru bir eksene yönlendirdiği gerçeğidir. Bu da Suudi Arabistan ve BAE liderliğinde Körfez ülkelerinin o zamanlar sadece İran’ın şimdilerde ise İran’la beraber Türkiye’nin karşısında pozisyon almaya itti.
Tarafsız olan her türlü siyasi analiz, bölgeyi helak eden ve savaşlarla yorgun düşürüp stratejik gücünü zayıflatanın İsrail değil İran ve uzantılarının karar ve eylemleri sebebiyle meydana geldiğini gösterecektir.
İsrail değildi Suriye’yi halkının başına yıkan, Kasım Süleymani liderliğindeki İran’ın ülkeyi yakma uğruna Beşar Esed’i koruma kararıydı buna sebep olan.
İsrail değildi Arap körfezinde mezhep bölünmesini kışkırtıp bölgede savaşlar başlatan. Bu İran’ın körfezdeki Şii hilal projesinin ta kendisiydi.
İsrail değildi DEAŞ örgütünün kurulmasına sebep olan. Haşimi Rafsancani’in videosundaki açıklamasında da belirttiği gibi DEAŞ’In doğmasına, İran’ın benimsediği mezhep geleneği sebep olmuştur. Bunun da sorumlusu yine İran’ın ta kendisidir.
İsrail değildi Yemen halkını hastalık ve açılıkla mücadeleye iten. Savaşlar çıkartan ve Husileri şişirip ona sınırsız destek sağlayan İran’ın ta kendisiydi...
İsrail değildi Lübnan’ı siyasi ve idari çöküntüye sürükleyip dünyanın nükleer olmayan en büyük dördüncü patlamasına sebep veren...
Soruşturma sonucunda olayda İsrail’in eli çıksa bile bu patlamanın ve onun ardında bıraktığı büyük yıkımın birinci, ikinci ve üçüncü sorumlusu Beyrut’u ve halkını yıkıma uğratan, saatli bir bombayı şehrin en hassas noktasında tutan ve ülkenin idaresine ve organlarına hakim olan Hizbullah zihniyetidir.
ESCWA organizasyonuna göre bu patlama Lübnan halkının yarısını yoksulluk sınırının altına çekti.
Daha önce bu sınırın çok daha altında olan yüzde 8’lik oran bir yıl içinde üç katına yükselerek yüzde 23’e oldu. Tüm bu sonuçların nedeni İsrail değil, İran’dı.
Lübnanlı başkan Fransız “BMF TV” kanalına verdiği demeçte “İsrail ile barış anlaşmasına nasıl bakıyorsunuz?” sorusuna “Aramızda sorunlar var, önce onların çözülmesi gerekir” şeklinde verdiği cevap dikkat çekicidir. Bu, sorunların ne olduğunu açıklamadı. Elbette bu sorunlar herkesin bildiği ve her dost ülkede bile olabilecek kara ve deniz sınır anlaşmazlığıdır.
İran’ın müdahaleleri sonucu Lübnan halkının yaşadığı sonu gelmez sıkıntılar, ülkeyi yıkıma sürükleyen bu durumun yanında sözü bile edilmeyecek kadar küçüktür.
Lübnanlılar bunu çok iyi bilir ki artık biz Arap-İsrail gerilimini çoktan ardımızda bıraktık.
Bu gerilimin olmadığını en iyi en çok İsrail Başbakanlığı’nın önünde Netanyahu’nun gitmesi için  nöbet tutan ve İsrail için daha güzel bir gelecek isteyen gençlik bilir. Ki o gençler de Tahran’daki Yeşil Hareket ile aynı ruhu taşıyorlar.