İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Üç bölgesel gücün rüzgarında Ortadoğu

Bugünlerde Levant (Maşrık) bölgesinin durumunu tanımlamak mümkünse en doğru tanım şu olabilir: Doğrudan konumundan çok daha geniş bir alanda esen şiddetli rüzgarların sürüklediği bir tekne.
Bu sahnenin arkasında iki kaygı verici faktör var. Birincisi; bölgenin sorunlarıyla ilgilenen küresel ve bölgesel liderlerin türü.
İkincisi; ABD başkanlık seçimlerinden, Çin ve Rusya’nın projeleri, bölgesel ve küresel ekonomik krizler gerçeği, Kovid-19 salgınının yansımaları, her yerde ve her sektördeki sonuçlarına kadar çeşitli düzeylerde karar vericilere baskı yapan zamansal koşullar.
Örneğin Lübnan’da 4 Ağustos'taki Beyrut faciasının ardından iç durumla başa çıkmak için şu anda açıklanmış iki girişim var: İlki, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un iki ziyaretinde de yanında taşıdığı Fransız girişimi. İkincisi, ABD Dışişleri Bakanlığı Siyasi İşlerden Sorumlu Müsteşarı David Hale’ın harekete geçirdiği, kendisinin ve Macron’un ikinci ziyaretinden sonra ABD Dışişleri Bakanı'nın Yakın Doğu İşlerinden Sorumlu Yardımcısı David Schenker’ın devam ettirdiği ABD girişimi.
Geçtiğimiz haftalar boyunca, Paris ve Washington'un isteklerinin ne kadar birbirine yakın veya entegre olduğu hakkında farklı görüşler dile getirildi. Keza Fransız ve Amerikan taraflarının yönelimleri arasındaki farklılıkların, ayrıntılarla sınırlı taktiksel farklılıklar mı yoksa Lübnan ve (başkanlık seçimlerinden önceki birkaç ay içinde kendisini patlatmanın ABD-Fransa ikilisinin işine gelmediği) bölgenin geleceğine yönelik tasavvurlarında derin bir strateji mi olduğu da.
Görünüşe bakılırsa Fransa; Lübnan ile manda yönetimi geçmişi, Hristiyanlarla arasındaki eski dini bağı ve şu anda Lübnan’ı kontrol eden İran ile iyi ilişkileri sayesinde ülke içindeki küçük aktörlere karşı “sopa ve havuç” politikasını uygulayabileceğini düşünüyor. Nitekim, sızdırmalar, azarlamalar, yaptırım imaları, mali yardımları kesme tehditleri arasında Fransa gerçekten de, siyasi blok ve şahsiyetleri susturmayı ve başbakanlık için kendi adayını dayatmayı başardı.
Öte yandan, David Hale’ın Beyrut faciasından kısa bir süre sonra düzenlediği “dinleme” turundan sonra ve Macron’un ikinci ziyaretiyle neredeyse eş zamanlı olarak gerçekleştirdiği ziyaretinde Schenker, pratikte siyasi sınıfı boykot etti. Fikirlerini onunla paylaşmak yerine, sokakla ve milletvekilliğinden istifa etmek ya da sivil toplum hareketini benimsemek aracılığıyla söz konusu sınıfın dışına çıkan politikacılarla paylaştı.
Hizbullah’ın rolü -buna bağlı olarak İran’ın bölgesel projesi- sorunu, Fransız ve Amerikan girişimlerinin içeriğindeki temel farklılık unsurudur ve öyle olmaya da devam ediyor. Paris, Hizbullah’ı izole edilemez ya da oyunun dışına itilemez Lübnanlı siyasi ve mezhepsel bir "bileşen" olarak görüyor. Washington ise onu, yasadışı silahını ve kendisini Şiilere, Lübnan’daki siyasi sistem ve çevreye dayatan bir “terör örgütü” sayıyor.
Buradan yola çıkarak, İran projesinin yayılmasının Ortadoğu ülkeleri düzeyinde tehlikelerinin ve sonuçlarının tam olarak farkında olmasına rağmen Paris’in ve onun arkasından hala nükleer anlaşmayı destekleyen bazı Avrupa başkentlerinin bakış açılarının dikkat çekici bir okuması yapılabilir.
Bu bakış açılarına göre İran; ilk olarak, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki emellerinin ortaya çıkmasından sonra bölgesel bir siyasi ve stratejik ortağın yanı sıra gelecek vaat eden ekonomik bir enerji ve tüketici pazarı olmaya uygundur. İkincisi, Batı Avrupalı ​​güçler ile Washington arasındaki geniş ve eski uzlaşıya rağmen mevcut Başkan Donald Trump yönetiminin öncelikleri, Avrupalı ​​müttefiklerinin önceliklerinden ve çıkarlarından biraz uzak kalmaya başladı. Hatta bazı Avrupalı ve ABD’li çevreler, geçen hafta içinde, kasım ayında yeniden seçilmesi halinde Trump’ın NATO’dan çekilmeyi düşünmesinden korktuklarını dillendirdiler.
Bunun yanında, Avrupa başkentlerinin İsrail ile iyi ilişkileri olsa da Başkan Trump yönetiminin aksine İsrail'in –özellikle de “Likudist” sağın- Arap ve Arap olmayan Ortadoğu ülkeleriyle ilişkilerinin anahtarı olmaya uygun olduğunu düşünmüyorlar.
Her halükarda, bu arada İsrail sağı, İran’ın işgalci projesinin bölgede genişlemesinden ve yayılmasından rahatsız ya da bir şey kaybetmiş görünmüyor. Bunun nedeni, bu projenin İsrail'e karşı eski Arap düşmanlığının hafiflemesine katkıda bulunması ve bulunmaya da devam etmesidir. Şah döneminden itibaren Tahran’ın rüyalarının geleneksel olarak tehdidi altında olan ülkelerde, özellikle de Körfez ülkelerinde bu düşmanlığın, doğrudan doğudan gelen tehdide (İran) yönelmesine katkıda bulunmasıdır. Durum tam olarak böyledir. Ancak diğer tarafta, Tahran’daki Mollalar rejimi ile Devrim Muhafızları’nın da “Filistin’i kurtarma” gerekçesi vardı. Bu gerekçe ile Irak, Yemen, Suriye ve Lübnan içindeki yayılmacı ve işgalci saldırılarında öldürüyor ve yakıp yıkıyorlardı. Sonuç olarak, bu örtülü uzlaşı aracılığıyla Tahran'ın radikalleri, ilhak, Yahudileştirme ve Binyamin Netanyahu dönemindeki "Likudist" sopa politikalarından en çok yararlanan taraf oldular ve hala da öyleler.
Son olarak, Türkiye’ye geliyoruz.
Lübnan'da radikal Sünni örgütleri tehlikesini canlandırmak, İran projesi için değerli bir rezerve dönüştü. Özellikle de Rusya'nın rızası ve İsrail- ABD’nin göz yummasıyla Suriye ve Irak’ta elde ettiği büyük başarıdan sonra.  Birbiriyle ilişkili birkaç nedenden dolayı şu anda Lübnan'daki istihbarat servislerinin, gerek Lübnanlılar gerekse Suriyeli ve Filistinli mülteciler arasında kandırılmış veya marjinalleştirilmiş radikallerden oluşan küçük gruplardan bir örgüt oluşturmaya ve desteklemeye çalıştığına inananlar var. Bu nedenlerin en önemlileri şunlardır:
1-  Özellikle Türkiye’nin Doğu Akdeniz, Ege ve Libya'daki güç gösterisi ve buradaki gruplara verdiği destek ışığında siyasi Sünniliğin şeytanlaştırılması.
2-  Basit ve sıradan Lübnan vatandaşlarını, Hizbullah'ın silahını muhafaza etmesinin gerekliliğine ve Mişel Avn’ın kendisiyle birlikte "azınlıklar ittifakı”nın içinde yer almasının doğruluğuna ikna etmek.
3- Hizbullah ve Hristiyan müttefikinin Beyrut felaketinden sonra hesap vermekten kurtulmalarını kolaylaştırmak. Lübnan sokağının dikkatini yasadışı silahtan uzaklaştırarak güvenlik sorunlarıyla oyalamak. Bu yasadışı silah, kendisine ses çıkarılmaması ve üzerinin örtülmesi karşılığında yolsuzluğa ve yolsuzlara sağlanan kalkandan büyük ölçüde sorumludur.
Halihazırda Suriye ve Irak’ın kuzeyi ile Libya’nın batısında görülen Türk emellerine, şimdi Lübnan’da, Birinci Dünya Savaşı'nın bitiminden bu yana olmadığı kadar dikkat çekiliyor ve tehdit için kullanılıyor.  Erdoğan’ın Türkiyesi, Sünnileri İran'ın müdahalesine ve Hristiyanların tarafsızlık sloganlarına karşı "koruma" boşluğunu dolduracak potansiyel bir güç olarak gösteriliyor.
Beyrut faciasını takip eden günlerde, deniz taşımacılığının geçici olarak Lübnan’ın ikinci büyük şehri olduğu için Trablus Limanı’na yönlendirilmesi çağrıları, şehrin Sünnilerin kalesi ve Türkiye’nin gelecekteki olası “üssü” olabileceği gerekçesi ile reddedildiğinde, bunun bazı utangaç izleri görülmüştü. Dün de, iki hafta önce Lübnan’ın kuzeyindeki bir köyde 3 genç Hristiyanın öldürüldüğü şüpheli cinayet bu konuyla ilişkilendirildi.
Bunlar tuhaf kesişimler, ancak önümüzdeki kasım ayına kadar şaşırtıcı olmamaya devam edecek.