Sam Mensa
TT

Macron’un girişimi ve ikinci Doha konferansının Fransız versiyonu

1996 yılında Frankofoni Zirvesi’ne katılmak için Lübnan’ı ziyaret eden eski Fransa cumhurbaşkanı Jacques Chirac, Temsilciler Meclisi çatısı altında Suriye kuvvetlerinin Lübnan’dan çekilmesinin bölgedeki barışçıl uzlaşıyla bağlantılı olduğunu deklare etmişti. O dönem bu açıklama Fransız siyaset tarihinde bir ilk sayılmıştı.
Şimdi de mevcut Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Büyük Lübnan’ın 100’üncü kuruluş yıldönümü (1 Eylül 2020) vesilesiyle bir aydan kısa bir süre içinde Lübnan’a yaptığı ikinci ziyareti sırasında pragmatik bir yaklaşımla yaptığı açıklamalarda, Hizbullah’ın askeri gücüne karşı olduğunu ve kendisinin bir sorun teşkil ettiğinin farkında olduğunu kaydetti.
Bu sorunun halihazırda çözümünün olmadığını ancak bu nedenle ülkenin diğer sorunlarının ihmal edilmesine izin verilemeyeceğini ifade etti. Zira sorunların çözümü (ona göre) Hizbullah sorununun da çözülmesinin önünü açabilir. Aksi takdirde Hizbullah’ın gücü katlanacak dolayısıyla ülke ve halkı üzerindeki baskısı artacaktır.
Macron’un bu tutumundan edinilecek ilk izlenim, Chirac’ın 1996’daki Suriye ordusunun işgaline karşı tutumu ile benzer olduğudur. Suriye ordusu, Chriac’ın bu açıklamayı yapmasından ancak 9 yıl sonra, eski Lübnan başbakanı Refik Hariri suikastının yarattığı deprem sonucunda Lübnan’dan çekildi. Macron’un bugünkü (2020) açıklamaları ile Lübnan’daki yarı İran ve Hizbullah işgaline karşı tutumu da iki deprem yaşanmasına rağmen bu işgalden kurtuluşumuzun yakın olmadığını müjdeliyor. Söz konusu iki deprem: Uluslararası Lübnan Özel Mahkemesi’nin Hizbullah’ın üst düzey bir yetkilisini Hariri suikastını düzenlemekle suçlayan kararının açıklanması ve Hizbullah’ın sorumlusu olma olasılığının bulunduğu Beyrut Limanı patlamasıdır.
Fransa Cumhurbaşkanı’nın tutumu, Paris’in benimsemiş olduğu Hizbullah’ın askeri ve siyasi kanadını birbirinden ayırma politikasına dayanıyor. Diğer Avrupa ülkeleri ve ABD’nin aksine Fransa, Hizbullah’ı Lübnanlılar tarafından seçilmiş, Lübnanlı Şiiler içerisinde kendisine sadık geniş bir kitlesi olan yasal bir siyasi güç olarak kabul ediyor.
Cumhurbaşkanı Macron’un Lübnan’a yaptığı iki ziyaretin, dikkate değer ve net bir Fransız tutumunu kanıtladığı sonucuna ulaşılabilir. Bahsettiğimiz tutum Lübnan krizini kötü idare, yönetişim ve yolsuzlukla sınırlayarak devletin işgalden kaynaklanan yokluğunun temsil ettiği siyasi yönünü ve nedenini unuttu. Yahut uluslararası siyasette, ABD başkanlık seçimlerinin sonuçlarını ve bunların Washington’un politikası ve Tahran’a (ve Tahran’ın ABD’ye) yönelik tutumları üzerindeki etkisini beklemekle geçecek olan kayıp zaman süresince unutacakmış gibi göründü. Bunu göz önüne alsak bile Macron’un tutumu, Fransa’nın dört temel meseledeki pozisyonu kasıtlı olarak açık etmemesine yol açtı:

  • Mevcut aşamada, BM Güvenlik Konseyi kararlarının, özellikle de 1559 ve 1701 sayılı kararların hiçbir gerekçe olmadan ihmal edilmesi, Güvenlik Konseyi’nin daimi ve veto hakkına sahip bir ülkesi tarafından çözüm arayışı çerçevesinin dışında tutulması.
  • Mevcut aşamada, Lübnan sorununun özü ve çözülememesinin temeli olan Hizbullah’ın silahı sorununu, devletin meşruiyetini, otoritesini, egemenliğini ve bağımsız karar alma gücünü geri almayı çözüm arayışlarının dışında tutmak.
  • Cumhurbaşkanı Macron, Maruni Patriği Bişara er-Rai’nin meşruiyeti geri kazanma ve Lübnan’ın tarafsızlığı ya da kendi deyimiyle “aktif tarafsızlık” konusundaki tutumunu da görmezden geldi. Bu çağrı Lübnan kamuoyundan somut bir destek almış olmasına rağmen neden Fransa Cumhurbaşkanı, Patrik ile yaptığı görüşme sonrasında düzenlediği basın toplantısında kendisine şöyle bir değinmekle yetindi?
  • Fransa, mevcut çözüm arayışları çerçevesinde Suriye vesayeti nedeniyle zaten uygulanmayan Taif Anlaşması'nı tamamen bloke ederek yeni bir anlaşmaya varma girişimlerine de göz yumuyor. Oysa bunun yerine, kendisi aracılığıyla ilk kez Lübnan’ın varlığı ve kimliğiyle ilgili temel önermelere ulaşılan bu tarihi anlaşmanın tam olarak uygulanması yoluyla siyasi reform başlatmanın gerekliliğinden yola çıkılabilirdi. Taif Anlaşması’na alternatif arayışının Lübnan ve Lübnanlılar için son derece tehlikeli sonuçları olacaktır. Çünkü Müslümanlar ile Hristiyanlar arasında yönetimde eşitliği öngören bu anlaşmanın ihlalinin kapısını aralayacaktır. Daha da tehlikeli olan, Lübnanlıların Hizbullah’ın silahının aşırı siyasi ve askeri gücünün baskısı altında olduğu bir zamanda, Fransa Cumhurbaşkanı’nın sistemi değiştirme, yeni bir siyasi ya da toplumsal sözleşme çağrısıdır. Bu koşullar altında yürütülecek müzakerelerde, masada yer alacak diğer Lübnanlı taraflar kafasına silah dayatılmış birisi konumunda olacaktır. Bu, Lübnan’ın yeni bir siyasi sözleşmeye ya da siyasi sisteminin daha modern ve çağdaş olması için köklü bir şekilde değişmesine ihtiyacı olmadığı anlamına gelmiyor. Ancak bunun, İran’ın elindeki bir silahın üstünlüğü altında mümkün olmayacağı kesindir.

Dahası, Taif Anlaşması’nda Şiilere yeterince hak verilmediği, Şiilerin hala Lübnan'daki karar alma sürecinin dışında kaldıkları doğru olabilir. Ancak yine de  Macron’dan sonra Cumhurbaşkanı Mişel Avn’ın da hemen “sivil devlet” (tabi ki medeni haklar kısmı eksik olarak) formülüyle benimsediği gibi, söz konusu adaletsizliği ortadan kaldırmak için bu aşamada siyasi sistemi değiştirme arayışına girmek doğru değildir. Çünkü pratik olarak bu, söz konusu çerçevede yapılacak herhangi bir değişikliğin sonuçlarının, Şii toplumunun lehine değil, özellikle Hizbullah'ın yararına olacağı anlamına gelmektedir.
Şii toplumunun kendi içinde ve dışında ya da Lübnan’ın içinde ve dışında birçokları, İmam Musa es-Sadr’ın 1978’de ortadan kaybolmasından veya ortadan kaldırılmasından itibaren rehin alınmış olduğunu düşünüyorlar.
Keza Muhammed Mehdi Şemseddin’in mirasının ve öğütlerinin, Hizbullah’a en yakın isim olsa da son günlerinde örgütün artık kendisine katlanamadığı ya da katlanmak istemediği büyük Şii dini mercii Muhammed Hüseyin Fadlallah’ın tutumlarının küçük görülmeye başlanmasından itibaren.
Hizbullah’ın Lübnan Şii toplumu üzerinde, İran’ın da onun üzerindeki kontrolü sürdükçe, yapacağımız herhangi bir siyasi değişiklik Lübnanlı Şiileri güçlendirmek yerine Hizbullah’a ve onun kanalıyla İran’a daha fazla güç, müdahale ve yayılma kapasitesi sunacaktır.
Kısacası, tüm gözden kaçırdıkları ve talep ettikleriyle Macron, Hizbullah’a daha güçlü ve zorba olması için ek kartlar sunmuş gibi oldu. İhlal edilen egemenlik ve yasadışı bir silah tarafından rehin alınmış devleti geri alma sorunu başta olmak üzere Lübnan meselesinin temel nedenlerini bir kenara iterek meseleyi, 1969’dan bu yana yapılan siyasi reform talepleri gibi bir reform sorununa dönüştürdü.
Bütün bunlar, temel sorunu yani Lübnan devletinin devrilmiş ve karar alma yetkisine el konulmuş olduğu sorununu gizleyen vitrinlerdi. Bu büyük sorunu görmezden gelerek reform kapısını açmak, fil odada kalmaya devam ederken odanın camlarını onarmakta diretmek gibidir.
Bu arada, Beyrut’tan ayrılıp Irak’a yönelen aynı Fransa Cumhurbaşkanı’nın üzerinden 24 saat geçmeden Bağdat’ta devletin egemenliğinin pekiştirilmesi ve terörle mücadele meselesini gündeme getirmiş olması gözlemcilerin gözünden kaçması zor bir ayrıntıdır.
Bu iki mesele, Lübnan tam anlamıyla egemen ve terörün acısını çekmiş ve çekmeye devam etmiyormuş gibi Beyrut’ta iken Fransa Cumhurbaşkanı’nın gözünden kaçmıştı.
Fransa Cumhurbaşkanı’nı Lübnan ile bu kadar ilgilenmeye sevk eden sebepler; liman patlamasından iki ülke arasındaki tarihi ilişkiye ve Fransa’nın Ortadoğu ile Doğu Akdeniz’de Türkiye, Yunanistan, Kıbrıs ve Mısır arasındaki gerilimde ve diğer krizlerdeki rolüne, genel olarak Batı'nın özel de ABD’nin bölgede azalan rolüne kadar çok ve çeşitlidir.
Ancak sonuç olarak, bu iki ziyaret ile Lübnan’a sadece çatışmanın esas tarafları yani başkanlık seçimleriyle meşgul ABD ile İran arasındaki meselelerin sonuçlanmasını beklemekle geçecek bu kritik aşamada, ihtiyaç duyduğu temiz havayı az da olsa solumasını sağlayacak maskeler sunulmuştur. Elbette, bölgenin yaşadığı diğer temel gelişmeler ne Fransızların ne de Lübnanlıların gözünden kaçmadan. Bu gelişmelerin başında da, başka Arap ülkeleri ile İsrail arasında tüm bölge için derin etkileri olacak benzer girişimlere kapı aralayabilecek BAE ve İsrail normalleşme anlaşmasından sonra Arap-İsrail ilişkilerindeki gelişmeler geliyor.
Bütün bunların ortasında şu sorular öne çıkıyor:
Lübnan bütün bunların neresinde yer alıyor?
Macron ziyaretleriyle ikinci Doha konferansının Fransız versiyonunun zeminini mi hazırladı?