Sam Mensa
TT

Erdoğan, İran modeli ve Arap politikasının yeniden üretimi

Hamas Siyasi Büro Başkanı İsmail Heniyye’nin 1 Eylül’de Beyrut’a düzenlediği ziyareti sırasında değindiğimiz İran-Türkiye flörtleşmesi giderek daha açık hale geliyor. Şii ve Sünni radikalizm, ortak bir düşmana karşı savaşmak için birleşip, işbirliğine yönelmiş görünüyor.
Arap bölgesi, on yıllardır birden fazla ülkede İran yayılmacılığına tanık oluyor. Şimdi de bölgede ve dışında neredeyse Müslüman Kardeşler Örgütünün ana destekçisi haline gelen İslamcı AK Parti liderliğinde Erdoğan Türkiye’si, birden fazla yerde askeri maceralara girişerek İran modelini taklit ediyor. Bir yandan Azerbaycan ile Ermenistan arasında Dağlık Karabağ sorunundan kaynaklanan çatışmalara müdahil olurken, diğer yandan Libya, Suriye ve Irak özellikle de Kürdistan bölgesindeki çatışmalara doğrudan katılıyor. Bunlara, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyeti (GKRY) ile doğalgaz sahalarıyla ilgili anlaşmazlığı nedeniyle Doğu Akdeniz’de potansiyel müttefikleriyle arasındaki ihtilaflar da ekleniyor.
Suriye’de rejim kuvvetleri, Iraklı ve Lübnanlı milis güçleri ve İran Devrim Muhafızları uzmanları ile birlikte savaşmaları için Afganistan, Pakistan ve diğer ülkelerden savaşçı unsurlar getiren İran gibi Türkiye de bu sonu düşünülmemiş maceralara girişiyor. Aynı yöntemi benimseyerek dışarıdan ya da komşu çevrelerden getirttiği paralı askerleri kullanıyor. Şii Hizbullah örgütü, kuruluş nedenini İsrail’e karşı direnişe dayandırıyor ama gerçekler, önceliğinin İran’ın yayılmacı çıkarlarını korumak olduğunu ortaya koydu. Bu nedenle direnişi süresince diğer tüm Lübnanlı direniş örgütlerini ortadan kaldırdığını, direnişi tekeline alarak amaçlarına hizmet eden bir kart olarak Tahran’a teslim ettiğini gün yüzüne çıkardı. Şimdi de Hamas, 1987’de İsrail işgaline direniş sloganı ile kuruluşundan 30 yıl sonra, Erdoğan’ın emri altında Müslüman Kardeşler projesine hizmet ediyor. Hatta Filistin cephesinde derin bir bölünmeye neden olan performansı ile neredeyse işgalciye hizmet ediyor.
Tabii ki asıl mesele, İran ve Türkiye maceraları arasındaki paralellikleri göz önüne sermek değil. Önemli olan, aralarında pek çok ihtilaf, bölgede ve ötesinde birden fazla eski ve yeni meseleler bulunmasına rağmen bu iki ülkenin, özellikle Türkiye'nin NATO ve genel olarak Batı ülkelerinden uzaklaşmasından sonra, birden fazla konuda çıkarlarının ve hedeflerinin kesişmeye başlamasıdır. İlişkilerinin rekabet ve sallantılı bir durumdan Arap çıkarlarına karşı yakın ve güçlü bir işbirliğine evrilmesidir.
Nitekim İran, Türkiye, Katar ve "Hamas" arasında, çerçevesini Rusya ve Çin’in verdiği küresel desteğin çizdiği, yeni bir bölgesel ittifakın doğuşuna dair birçok emare var. Bilindiği gibi, siyasette ittifaklar olağan ve normaldir ama bölgedeki ezici kaosun ortasında iki uç arasında meydana geldiğinde yıkıcıdır. Yanmakta olan ateşe benzin dökmektir.
Bu emarelerden en önemlisi, şüphe yok ki, Suriye devriminin patlak vermesinin ardından Beşşar Esed rejimine karşı bir araya gelen müttefikler arasındaki ihtilafın yansımaları ve Türkiye’nin askeri müdahalesidir. Bunun sonucunda, Esed rejimi Suriye'nin geniş bölgelerinde kontrolü yeniden sağlarken, muhalefet ve devrim başarısız oldu. Sonuç, Suriye'nin yıkılması, milyonlarca insanının öldürülmesi, yerinden edilmesi, göç etmesidir. Washington ile Tel Aviv’den her biri değişik etkilere sahip rollerini korurken, Suriye'nin İranlılara, Ruslara ve Türklere teslim edilmesiyle sınırlı kaldı.
Şii ve Sünni radikalizmi arasındaki ittifakın bugün daha açık bir şekilde görülmesini sağlayan hatta belki de katalizör görevi gören ikinci gösterge, bazı Arap ülkeleri ile İsrail arasında ilişkileri normalleştirme yolunda yaşanan son gelişmelerdir. Bu süreç, ABD’nin himayesinde BAE ve Bahreyn’in İsrail ile barış anlaşması imzalamaları ile başladı. Tabir-i caizse ılımlı adı verilen ve BAE, Suudi Arabistan, Körfez ülkelerinin çoğu, Mısır ve Ürdün’ü kapsayan Arap ülkelerinden oluşan ittifakın karşısında, Sünni-Şii siyasi İslam'ı destekleyen devletleri, yani İran, Türkiye ve Katar’ı, ayrıca Hamas, İslami Cihat ve Hizbullah gibi müttefik örgütleri bir araya getiren yeni ve şiddetli bir ittifak bulunuyor. İttifakın tarafları, aralarındaki anlaşmazlıklara rağmen, bu aşamada en azından bir nokta üzerinde uzlaşmış görünüyorlar o da; Arap ülkelerinin egemenliklerini koruma kararları ve genişlemeye açık İsraille normalleşme süreci ile mücadele. İsrail kartını kaybetmek, İran'ın ve bir dereceye kadar Türkiye'nin Arap dünyasındaki yayılmalarını ve vekillerinin varlık nedenini sınırlayabilir.
Ilımlı Arap devletlerinden oluşan ittifak, her ülkenin kendi önceliklerinin olmadığı anlamına gelmiyor. Ancak, meslektaşım Nedim Kuteyş’in, geçen hafta bu gazetede yayınlanan yazısında yapmış olduğu söz konusu ülkelerin, yüksek çıkarların öncelenmesini önleyen “ideolojik ağırlıklardan kurtulmuş” oldukları tespiti çok doğru.
Bu aynı zamanda Türkiye, Katar ve Hamas’ın İsrail konusundaki tavrının İran ve müttefiklerinin temsil ettiği Şii siyasi İslam’ın yaklaşımıyla aynı olduğu anlamına da gelmiyor. Şii siyasi İslam, İsrail ile her türlü ateşkes ve uzlaşıyı reddediyor. Buna karşılık, Türkiye’nin İsrail ile diplomatik ilişkileri bulunuyor. Katar’ın Tel Aviv ile yakın ilişkileri var ve kendisi onunla normalleşme anlaşması imzalamaya aday ülkelerden. Hamas, İsrail ile her zaman çeşitli şekillerde ateşkes arayışındaydı. Buna ek olarak Sünni siyasi İslam ülkelerinin, yani Türkiye ve Katar’ın, özellikle de ikincisinin Washington ile özel ilişkileri var. Ondan uzaklaşmaları veya onu kızdırmaları zor.
Felaket, anlaşmazlıkların ayırdığı tarafları bir araya getiriyor. Görünüşe göre bölge, iki ittifak arasında (barış veya savaş ile mi sonuçlanacağını tahmin etme olasılığı bulunmayan) İran-ABD gerilimindeki artışla beslenen çeşitli şekillerdeki çatışmalara doğru ilerliyor. Nitekim bugün, Bağdat’taki ABD Büyükelçiliği’nin Kürdistan bölgesine taşınabileceğine dair haberlerden sonra Irak’ta buna şahit oluyoruz. Haşdi Şabi’nin roketli saldırıları oraya da uzanarak Erbil Havalimanı çevresini hedef aldı. Bu tehlikeli gelişmenin Irak ve bölge için sonuçlarını tahmin etmek zor. Zira Tahran ve Washington’u, yaşadıkları ve geniş çaplı bir savaşa sürüklenmeden birbirlerine karşı puan kaydetmeye alışkın oldukları gri bölgeden çıkmak zorunda bırakabilir.
ABD-İran gerilimine, ABD başkanlık seçimi sonuçları ve yeni idarenin Ortadoğu ve çatışmalarına yönelik politikalarının hangi yönde seyredeceği faktörleri de ekleniyor. Ancak seçim sonuçları ne olursa olsun ABD’nin rolü, bölgedeki çatışmalar ve oluşan yıkıcı ittifaklarla yüzleşmede belirleyici ve gerekli olmaya devam ediyor. Washington'un rolü, özellikle tüm bu deneyimlerden sonra yeni değişkenleri gerçekçi bir okuma ile ele alabilirse vazgeçilmezdir. Bu değişkenlerin başında, tarafları arasındaki anlaşmazlıklar ne kadar büyük olursa olsun, Batı’ya ve içeride kendisine muhalif olan tüm soydaşlarına karşı mücadelede, şiddet ve aşırılık yanlısı ideolojinin bir araya getirdiği yeni Şii-Sünni siyasi İslam ittifakı geliyor. Heniyye’nin Beyrut’ta Bahreynli muhaliflerle görüştükten sonra normalleşmeye karşı birleşme çağrısı da bunu somutlaştırıyor.
Uluslararası baskı ve ekonomik yaptırım faktörlerinin İran, Türkiye ve Katar'ı aralarındaki jeopolitik farklılıklara rağmen yakınlaşmaya ittiğine şüphe yok, ancak bunun gelecekte nasıl sonuçlanacağı esas olarak ABD’nin tavrına bağlı. Tabii ki, bu ikilemlerin sihirli çözümleri yok. Ancak Arap-İsrail ihtilafında çözüme giden yoldaki engellerin kaldırılmasına paralel olarak, en önemli adım, ABD’yi başta Kudüs meselesi olmak üzere Filistin davasında adil ve gerçekçi bir çözüme ulaşmaya zorlamaktır. Bu gerçekleşmeden, savaşlar ve çatışmalar bölgeye hâkim olmayı sürdürecek. Adil bir çözüm, hem Şii-Sünni tarafı ile siyasal İslam’ı hem de ondan kaynaklanan şiddeti zayıflatmak için gerekli ve kaçınılmazdır, çünkü Filistin meselesi de onlar için diğer çılgın argümanları ve gerekçeleri gibidir. Dolayısıyla bu meseleye adil bir çözüm getirildiğinde, Ali Hamaney, Erdoğan ve araçları için yel değirmenleri ile savaşmaktan başka bir şey kalmayacak.