Sam Mensa
TT

Silahın toprakları kurtarmadan sınırları belirleme anlaşmasına sapması

Eski Lübnan başbakanı Refik Hariri ve arkadaşlarının suikasta kurban gitmesi ile yaşanan büyük dönüşümden sonra ve 14 Mart Hareketi’nin düzenlediği gösterilerin ortasında, genel olarak Lübnanlı Müslümanların ve özelde Sünnilerin siyasi söylemlerindeki köklü değişimler gösteren sloganlar yükselmişti. Bunlar arasında “Önce Lübnan” sloganının özel bir anlamı vardı. Çünkü Lübnanlı Hristiyanlar on yıllar boyunca Müslümanlardan hep bu sloganı benimsemelerini talep etmişlerdi. Ne var ki o dönemde (2005) aktif bir Hristiyan meslektaşımızın, Müslümanların artık bu sloganı benimsemelerine gösterdiği tepki beni halen hatırladıkça şok etmektedir. Kendisi hasretle Müslümanların Hristiyan sokağının sloganlarını ve pozisyonlarını çaldığını söylemiş ve şunu sormuştu: Bugün taleplerimizden geriye ne kaldı?
Bunu anlatmamın nedeni, Şii İkilisi Emel Hareketi ve Hizbullah’ın ABD arabuluculuğu ve BM himayesinde gerçekleşecek olan Lübnan-İsrail sınırlarını (özellikle de deniz sınırları) belirleme müzakereleri için varılan çerçeve anlaşmasını kabul etmelerine karşı çıkan tavırların neredeyse bir benzeri olmasıdır. Resmi ve yasal itirazlar bir yana söz konusu itirazların bilhassa Hizbullah’ın tekelleştirdiği, İsrail’e karşı silahlı direniş ilkesine karşı taraflardan geldiği göz önüne alındığında bugün bizi şaşırtan soru içeriğe yapılan itirazların anlamı ile ilgilidir. Hizbullah, direnişi tekelleştirmesinin yanı sıra bölgesel hamisi yararına Lübnan-İsrail cephesini, Arap-İsrail çatışması çerçevesinde sönmeyen tek cephe olarak kalmasını da sağlamıştır. Bu ise Hizbullah’ı yönlendirenin basiretsizliğine, anlaşmanın işaret ettiği ve başarılı olması durumunda Lübnan'ın çıkarına olacak stratejik değişimi göremediğine işaret etmektedir.
Bu aşamada sınır anlaşmasının Lübnan için önemli olduğunu itiraf etmeliyiz. Bunun birçok nedeni var. Ama önemlileri; Şii İkilisi’nin pozisyonlarında, çeşitli yerel ve bölgesel faktörlerden kaynaklanan stratejik bir değişimi yansıtabilecek bir dönüm noktasına işaret edebiliyor olmasıdır. Söz konusu faktörlerin en önemlisi de genel olarak İran’ın, görünürde herhangi bir çözüm olmadan uzun bir süredir devam eden çatışmalara yönelik ruh halindeki dikkat çekici değişikliktir. Daha da önemlisi İran'ın Arap ulus devletlerine müdahalesinin yarattığı öfkedir. Keza bir yandan Kum ile Necef arasındaki tarihsel çekişme, birincisinin ikincisini kontrol etme çabası ışığında bu ülkelerdeki Şiilere Velayet-i Fakih doktrinini empoze etme, diğer yandan ulusal kimlikleri ortadan kaldırma girişimlerinin yol açtığı kızgınlıktır. Nitekim Irak’ta yaşananlar bu öfke ve kızgınlığın en iyi ispatıdır.
Bir diğer önemli faktör de özellikle İran ve müttefiklerine yönelik baskıların yoğunlaşması ve İsrail ile Arap ülkeler arasında son barış anlaşmalarının imzalanmasıyla Beyrut’un ABD, Arap ve Avrupa ülkelerinin baskılarına maruz kalmasıdır. ABD baskılarının amacı İsrail’i korumak, Arap ülkelerinin hedefi, İran tehlikesini sınırlamak, Avrupa’nın gayesi de Doğu Akdeniz’deki doğal gaz rezervlerinden yararlanmak olsa da hepsi İsrail ile barışı sağlamayı hedeflemektedir. Bu noktanın, Şii İkilisi’nin gözünden kaçmış olması mümkün değil. Çerçeve anlaşmasının onayladığı müzakereler başarılı olup İsrail ile sınırlar belirlenirse, bu hükmen Lübnan’ın İsrail’i örtülü olarak da olsa tanıdığı anlamına gelecektir. Aynı şekilde Lübnan'da on yıllardır siyasi hayatı rehin alan düşman ve direnişle ilgili çatlamış söylem ve anlatılar ortadan kaybolacak demektir. Peki, Lübnan’ın bu tarihsel yükten kurtulması gerçekten kötü mü?
Diğer bir faktör, başarılı olması ve erteleme süreci ile kaybedilmemesi durumunda bu anlaşmadan elde edilebilecek ekonomik faydalardır. Petrol arama faaliyetlerinin başlaması genel olarak Lübnan ve özellikle Şii İkilisi "Emel" ve "Hizbullah" için önemlidir. Çünkü kendi halk tabanlarının yararına olacak temel hizmetleri getirecektir. Güney Lübnan bundan ilk faydalanan bölge olacaktır. Çünkü ekipman ve bakımdan nakliye hizmetleri ve helikopter pistlerine, petrol arama şirketlerinin işçileri, mühendisleri ve danışmanlarının konut gibi tüm ihtiyaçlarını kadar bütün ONSHORE operasyonlarına ev sahipliği yapacaktır. Dolayısıyla karada, 9’uncu parseldeki sondaj ve arama çalışmaları için gerekli lojistik hizmetlerden elde edilecek gelirde aslan payı Güney halkının olacaktır.
Bu adımın Hizbullah’ın Lübnan ve bölgedeki bu zorlu aşamanın üstesinden gelmek için kullandığı taktiksel bir manevradan ibaret olabileceği varsayımını da inkar etmiyoruz. Hizbullah, ABD başkanlık seçimlerinin sonuçlarının belli olmasını ve Washington’ın İran’a yönelik pusulasının daha fazla baskı mı yoksa uzlaşı yönünde mi olacağını görmeyi beklerken böyle bir manevraya başvuruyor olabilir. Yine taktiksel açıdan bu adımın arkasında, Şii İkilisinin Lübnan’daki girişimini başarısızlığa uğratmalarından sonra sondaj çalışmalarında oynayacağı rol ile Fransa’nın gönlünü alma arzuları da olabilir.
Bu çerçeve anlaşmasının abartıldığını, Lübnan’ın sorunlarının belki yıllar sonra ulaşılabilecek bir sınır anlaşması için yürütülen müzakerelerden daha derin ve karmaşık olduğunu, Lübnan krizinin İran ve Hizbullah’ın Lübnan ve bölgedeki rollerine ilişkin ciddi bir yaklaşıma gereksinimi olduğunu, ülkenin sistemindeki çok ve köklü zayıf noktaları unutmamız gerektiğini düşünenlerin de haklı olduğunu inkar etmiyoruz. Ayrıca müzakerelerin başarılı olmasının, Hizbullah’ın devletin kilit noktalarını bugün olduğundan daha fazla kontrol etmesine neden olabileceğini de göz ardı edemeyiz. Keza Suriye ile sınırların belirlenmesinin en az İsrail ile olduğu kadar önemli olduğunu da inkar etmiyoruz.
Bütün bunlara rağmen Şii İkilisinin amaçları ister stratejik ister taktiksel olsun, çerçeve anlaşması Lübnan’ın çıkarınadır. Lübnan’da Hizbullah’ın politikalarına karşı olan tüm taraflar bu anlaşmaya itiraz etmek yerine kabul etmelidirler. Savaş zamanında silahı ve aşırı gücü kendi lehine kullanması, geçmiş yıllar boyunca kendisinden yararlandığı bir siyasi üstünlüğe çevirmesi gibi bu müzakerelerin başarılı olması durumunda da Hizbullah’ın barışı kendi lehine çevirmesine izin vermemelidirler. Bu, özgürlükler üzerindeki baskısını haklı göstermek için savaş zamanında “savaşın sesinin üstünde ses yoktur” sloganını kullanan, barış zamanında ise kurtuluş söylemlerinden faydalanan otoriter Arap rejimlerinin politikasıdır. Hizbullah karşıtı tarafların yukarıda bahsettiklerimizi yapabilmeleri için kendi safları arasından uluslararası güvene ve Arap desteğine sahip, onlara adına konuşacak kapsayıcı ve ciddi bir konuşmacı bulmalıdırlar. Bu konuşmacı ayrıca Hizbullah ve İran ile tali bağlılıkları, özellikle de mezhep merkezli olanları aşan bir ulusal perspektiflerden yola çıkarak doğrudan ve net bir diyalog kurabilmelidir. Bu dengeli ve kapsayıcı ulusal güç olmadan Hizbullah tüm mezheplerden Lübnanlıların korkularını yatıştıracak ve Lübnan devletine el konulan rolünü iade edecek gerçekçi çıkış yolları aramak için masaya oturmayacaktır.
Diğer yandan bu aşamada çerçeve anlaşması ve müzakerelerden hemen İsrail ile ilişkilerin normalleşeceğinden bahsetmeye atlamak akıllıca değildir. Bu aşamanın ihtiyacı olan şey, en üst düzey gerçekçilik, denge ve ölçülülüktür. Buna giden açık yol, bir yandan Lübnan Anayasası ve Taif Anlaşması'nın harfi harfine uygulanması diğer yandan 1949’da İsrail ile Lübnan arasında imzalanan ateşkes anlaşmasına tamamen uyulmasından geçmektedir. Ateşkes anlaşması, müzakerelerin başarılı olması durumunda her iki tarafın da yararına olacak sonuçlara yol açacak bir uzlaşı için ana giriş noktası oluşturabilir.
Geriye sadece Hizbullah’ın alçakgönüllülüğüne güvenip güvenemeyeceğimiz kalıyor ki maruz kaldığı baskılar, Lübnan’ın yaşadığı varoluşsal şoklardan sonra buna güvenebiliriz gibi görünüyor. Hizbullah, Lübnan’ın tamamını ve ilk olarak kendi tabanını bir yok oluşa götürebilecek bölgesel ve yerel politikalarını olduğu gibi sürdürmeyeceğine ikna olmaya yaklaşmış olabilir. Bu noktada Hizbullah milletvekillerinin yayınladıkları ve anlamları açısından zengin bildiride yer alan, “Ulusal egemenliğin koordinatlarını belirlemek Lübnan devletinin sorumluluğudur” ifadesini şuraya bırakalım.