İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

3 Kasım’dan sonra, kazanan kim olursa olsun ABD farklı olacak

ABD başkanlık seçimleri kapsamında adaylar arasında düzenlenen münazaraların sonuncusu dün yapıldı. Bir önceki münazaradan sonra beklenildiği gibi, bu kez daha kontrollü ve dizginli bir şekilde gerçekleşti. Tennessee eyaletinin üniversitelerinden birinin ev sahipliği yaptığı münazaranın  moderatörü Kristen Welker, gerçekten de oturumu sıkı ve tarafsız bir şekilde yönetti.
Doğal olarak, münazara biter bitmez adaylardan hangisinin, yani Cumhuriyetçi aday Başkan Donald Trump mı yoksa Demokrat rakibi Joe Biden’ın mı popülaritesinin daha çok yükseldiğine dair spekülasyonlar başladı. Ancak ABD başkanlık seçimlerinin –görece- kronik bir gözlemcisi olarak, öncelikle bu seçimlerin sonucunu tahmin etme riskine girmenin yanlış olduğunu öne sürüyorum. Bunun nedeni, bir dizi karmaşıklık, demografik veri, ocak ayından bu yana "Kovid-19" salgını, ekonomi ve yaşam koşulları üzerindeki sonuçlarının neden olduğu istisnai bir durumda yaşayan seçmenlerin önceliklerindeki değişikliklerdir.
İkinci neden, seçim sonuçlarını toplam oy sayısının değil, her eyaletin belirli sayıda üye ile temsil edildiği “Seçiciler Kurulu”nun aritmetiğinin belirlediği sisteminin doğasıdır. Dolayısıyla, anketlerin sonuçları doğru çıkıp adaylardan biri oyların çoğunu alsa da, oyların belirli eyaletlerde odaklanması veya dağılması, 2016 seçimlerinde olduğu gibi, Seçiciler Kurulunun aritmetiğinde belirleyici bir fark yaratarak diğer adayın kazanmasını sağlayabilir.
Üçüncüsü, 50 milyondan fazla ABD vatandaşı çoktan oy kullandı. Erken oy vermeyi tercih etmelerinin nedeni, sadece kesin ve son 10 gün içinde düşüncelerini değiştirmeyecek kadar adaylardan birinin destekçisi olmaları değil. Yüksek bir oranı daha ziyade, seçim günü seçim merkezlerinde yaşanabilecek tacizlerden ve güvenlik sorunlarından ya da hasta olup oy verememekten korkuyor.
Dördüncü ve son neden, partisel bağlılıklar hakkındaki eski “tanımların” artık ABD’nin her yerinde geçerli olmamasıdır. Örneğin, büyük bir kısmı Küba'dan gelen Florida'daki Latin Amerika kökenliler hariç, Latin seçmenlerin çoğunluğunun Demokratlara oy verdiğine dair bir kanaat vardı. Florida’daki Latin seçmenler, Havana’daki komünist rejime doğuştan düşman oldukları için düzenli olarak sağcı Cumhuriyetçi adaylara oy veriyorlardı. Ancak bu yıl, Kübalıların safları, Venezuela'dan gelen bir başka mülteci dalgasıyla daha da güçlendi. Bir başka solcu rejimden kaçarak ABD’ye gelen bu mültecilerin de yoğun bir şekilde Cumhuriyetçilere oy vermeleri bekleniyor.
Öte yandan, Teksas eyaleti aynı zamanda hem Cumhuriyetçi Parti’nin en güçlü kalelerinden biri hem de California ve Florida ile birlikte en büyük üçüncü Latin eyaleti sayılıyor. Senato'daki temsilcilerinden birinin Latin, Cumhuriyetçi ve aşırı sağcı Senatör Ted Cruz olduğunu bilinen Teksas’da, Demokrat Parti’nin son 4 yıl içinde Cumhuriyetçi Parti ile arasındaki farkı oldukça kapattığı göz önüne alındığında buradaki seçimler oldukça çekişmeli geçecek görünüyor. Bu eyaletlerdeki Latinlerin oylarının çoğunu kimin alacağı en çok merak edilen hususlardan biri.
Kuzeye gelince, 2016 seçimlerinde Trump, Demokratların kalesi sayılan Pennsylvania, Michigan ve Wisconsin eyaletlerini alarak zaferini taçlandırmıştı. Bu seçimlerde ise, bu eyaletlerin yönelimlerindeki değişimler ve oranlarına ilişkin tahminlerde tutarsızlık ve çelişkiler var.
Bütün bu nedenlere dayanarak, 3 Kasım gecesinin sonucunu tahmin etme riskini almanın akıllıca olacağını sanmıyorum. Tabii ki, hem bize hem de Amerikalılara her iki adayın da itiraz etmeyeceği bir sonucu görmek nasip olursa. Öte yandan, bu seçimin galibi kim olursa olsun, tanıdığımız ABD’nin gerçekten değiştiğini söyleme riskini almaya hazırım.
İç Savaş'ın 1865'te sona ermesinden bu yana, farklılıklarını organize etmeyi başaran, kurumlarıyla bir arada yaşayan, demokratik deneyi, uzun bir "Soğuk Savaş" ile sonuçlanan iki dünya savaşına girmek zorunda kalmasına rağmen olgunlaşan süper güç ABD değişti. Bu süper güç, içeride, yargının bağımsızlığı ve partiler arasındaki siyasi bölünmelerden uzak tutulması, merkez ile eyaletler arasındaki ilişkilerin belirlenmesi ve karşılıklı saygı konularındaki soru işaretlerinin ortasında, taraflar arasında gerçek bir diyalog kurmaktan aciz.
Dış meselelerde, ABD ulusal güvenliğini tehdit eden dış tarafları belirlemek, müttefiklerini, tutarlı ve partisel çıkarların ötesine geçen bir ABD ulusal stratejisi bulunduğuna ikna ederek onlara güven vermek konusunda da iki ana akım partisi ortak bir formül üzerinde anlaşmaktan aciz.
Washington ve NATO arasındaki ilişkiler bugünlerde çok iyi bir durumda değil. BBC’nin haberini yaptığı Pew Araştırma Merkezi’nin 13 ülkeyi (Japonya ve Güney Kore’nin yanı sıra 11 Avrupa ülkesi) kapsayan araştırmasına göre, “Trump’ın ABD’nin dünyanın en büyük ülkesi olduğu iddiası, ülkesinin dışarıdaki imajını güçlendirmedi.” Araştırmada daha da ileri gidilerek, “Pek çok Avrupa ülkesinde ABD’ye yönelik olumlu görüşün, yaklaşık 20 yılın en düşük seviyesine ulaştığı” ifade edildi. Araştırmaya göre, İngiltere’de (Washington'un en yakın müttefiki) kendisine olumlu bakanların oranı yüzde 41’e ulaşırken, Fransa’da bu oran yüzde 31 (1903’ten  bu yana en düşük), Almanya’da ise sadece yüzde 26’dır. Kişisel düzeyde, ABD Başkanı sadece yüzde 16 oranında oy alarak dünyanın en güvenilir liderleri listesinde en alt sıralarda yer aldı. Almanya Şansölyesi Angela Merkel yüzde 76 ile listenin başında yer alırken, onu yüzde 68 ile Fransa Cumhurbaşkanı Macron, yüzde 48 ile İngiltere Başbakanı Boris Johnson, yüzde 23 ile Rusya Devlet Başkanı Putin ve son olarak da yüzde 19 ile Çin Devlet Başkanı Şi Cinping takip etti.
Öte yandan, dün New York Times da yayınlanan "ABD zihninin gerilemesi" başlıklı makalesinde Roger Cohen’in zikrettiği bir dizi gözlem ve istatistik oldukça dikkat çekiciydi. Cohen makalesinde, Trump ile Biden arasındaki iki başkanlık münazarasında da şu kelime ve ifadelerin hiç geçmediğine dikkat çekiyor: Suriye, insan hakları, eşitsizlik, diktatörlük, İsrail, Filistin, Ortadoğu, BM, Dünya Sağlık Örgütü, Guantanamo, AB, İngiltere, Brexit, Fransa, İtalya, Hong Kong, Afrika, Latin Amerika, terör ve despotizm.
Bu verilerden yola çıkarak, ABD siyasi bilincindeki bu gerilemeyi (ya da kayıtsızlığı), adayların ABD’nin küresel konumuna yönelik önemli tehlikelere ilişkin pozisyonlarının yokluğuna bağlıyor. ABD’yi tehdit eden küresel tehlikelere de şunları örnek veriyor; Çin’in yükselişi, Rus Devlet Başkanı Putin’in uzlaşmazlığı, diktatörlüklerin dönüşü, kırılgan demokrasiler, Afrika’daki nüfus patlaması, Kovid-19 salgınının dünya düzeyinde liderlik boşluğunu ortaya çıkarması, Batı toplumlarındaki ciddi sosyal eşitsizlik, polis devletlerinin gelişmesi, sosyal medyada artan nefret mesajları seli.
Dünyanın en büyük gücünün bu tür zorlukları görmezden gelmesi, liderlerinin kendi aralarındaki tartışmalar ve polemikler ile oyalanmaları, hiç de güven verici değildir.