Rıdvan Seyyid
Lübnanlı akademisyen, siyasetçi- yazar Lübnan Üniversitesi'nde İslami ilimler profersörü
TT

Şiddet tepkiden özgün eylem tarzına dönüştüğünde

İslami kesimin ve genel olarak Arapların Fransa olayları nedeniyle yaptıkları tüm açıklamalar, bu acımasız şiddet eylemlerinin gerekçesinin bulunmadığına ve eylemlerin caiz olmadığına dairdi.
Bununla birlikte nefret söylemleri ve eylemleri herhangi bir tür veya karmaşık sorun karşısında bir sağduyu, diyalog ve anlayış ortamının oluşmasına yardımcı olmuyor. Bu nedenle neredeyse ilk kez sömürgecilikten bahsedildi, 50’li yıllardan beri kutsal ‘direnişin’ nedeni olarak hükümetlerin eylemleri ve yasalarından bahsedilmedi!
Özellikle İslamcı gençler tarafından ortaya koyulan, bu kör ve acımasız şiddet eylemlerinin hiçbir gerekçesi yok.
Bu gençlerin Avrupa’ya göç etme hevesi, diğer milletlerin ve halkların tüm genç erkek ve yetişkinlerinin hevesini aşıyor.
Sıkıntılı Afrika’da bile istatistikler, bu dönemde Müslümanların Hristiyanlardan ve diğer Afrika dinleri mensuplarından daha fazla göç ettiğini gösteriyor.
Bu istatistiksel tahminlerin sınırlarında, iki fikir veya olasılık ortaya çıkıyor:
1-Şiddetin nedeni “göç edememe ve dolayısıyla intikam eğilimidir”
2-Şiddetin nedeni “Göç edilen ülkelerde veya Arap ve İslam ülkelerinde bu kayıp gençleri toplayıp toplumlara ve ülkelere şiddet yaymaya gönderecek unsurların bulunmasıdır.”
Mevcut bağlamda ilk olasılıktaki zayıflık riskinin, duruma uygun olduğunu düşünmüyorum. Çünkü yeni musibete katılanların tümü başarılı olmuştu veya göç etmek üzereydi.
Bu gösteride bireylere veya yeni göçmen gruplara yapılan vurgu, meselenin yeni veya üçüncü bir aşamaya girdiğini gösteriyor.
Şiddet uygulayıcıları, El Kaide veya DEAŞ aşamalarında olduğu gibi, çoğunlukla yerleşik toplumlardan değil, aksine fiilen ya da takriben dışarıdandır. Bu nedenle yeni aşamanın iki itici gücü ya da iki faktörü olduğunu görüyorum;
1-Son derece küçük gruplar ya da bireyler tarafından DEAŞ modelinin taklidi. Güç ve zorbalığa yönelik eğilimlerin, DEAŞ’ın acımasız yöntemlerinin, korkunç ölümcüllüğünün moda haline gelmesi.
2-Belirli bir vakitte özel ya da yeni hedeflere gönderilen militanları bir araya getirmiş tarafların varlığı.
El Kaide’nin etkin olduğu dönemdeki durum, gayrimeşru çocuğu DEAŞ aşamasına göre daha organizeydi.
Eski göçmenlerin üçüncü nesildeki çocuklarına Batı içerisinde sürekli dolaşımda olma arzusu aşılanmış, böylece cihat hücrelerinde şiddetin övgüsü bir kültür halini almıştı.
Ancak devletlerin terör operasyonları ve güvenlik önlemleri yirmi yıllık bu örgütsel birikimin dağılmasına yol açtı.
Bununla birlikte oldukça zayıflasa da saldırı hevesi ve şiddet kahramanlığı modeli tamamen ortadan kaybolmadı.
Gelelim Avrupa ile Ortadoğu arasındaki geçiş noktasına. Yani Lübnan’a...
Ne yazık ki Lübnan, üç aşamaya öncülük ediyor;
1-Seferberlik aşaması
2-Organize motivasyon ve içe kapanma aşaması
3-Şu anki aşama olan seçilmiş süreçler.
Seferberlik aşamasında Seyyid Kutub’un teorize ettiği toplum şemasının dikkatle taklit ediliyor. İkinci aşamada ise motivasyon ve seferberlik için mevcut bir model bulunuyor. Duygusal izolasyon ve “Cahiliye Dünyası ile bağları koparmak için İslamcı dışa kapalı bir yapının oluşturulması.”
Ancak şu anki üçüncü aşamaya gelirsek sömürgeciliğe karşı dışarıya atılım stratejisi uygulamaya konuyor.
Lübnan’dayız ve bu teori çöktükten üç veya dört yıl sonra geriye baktığımızda Lübnan ile Suriye arasında yüzlerce ölüm geride bıraktı. Binlerce kişi hapsedildi. Tecridin ve özel saldırıların şiddeti, neredeyse bilinen hedeflere dönüştü.
Bir aydan biraz daha uzun bir süre önce Suriye-Lübnan sınırından gelen bir grup Suriyeli, Filistinli ve Lübnanlı, Kuzey Lübnan’ın Koura Bölgesi’ndeki ücra bir Hristiyan köyünde göründü. Dört üyesi kasıtlı olarak ve hiç sürtüşme olmaksızın 3 Hristiyan genci öldürdü ve doğrudan geri dönerek sınırda geldikleri yere dağıldı. Saldırganlar Lübnan ordusu ve güvenlik güçleriyle çatıştılar, 10’u gözaltına altında olmak üzere öldürüldüler ve yüzlerce genç tutuklandı.
Şaşkınlığa düşen kamuoyunun gözleri önünde saldırganları kovalayan güçler, uzun tecrübelerden sonra yapılmaması gereken birçok hata yaptı: Önlem alınmadan yapılan hızlı takipler saldırganlarda önemli kayıplara yol açsa da operasyonlar gençleri tanıyan herkesi gözaltına almak için yerel halka yönelik bir saldırıya dönüştü.
Lübnan toplumu, trajik olaydan yaklaşık 2 ay sonra soruşturmanın sonuçları hakkında hiçbir şeyden haberdar edilmedi.
Avrupa’da yaşanan terör olaylarında radikalizm ve güvenlik kurumları tarafından evet her ikisi tarafında şu şekilde planlanıyor;
1-Avrupa’daki Müslümanlar üzerinde devam eden baskılar
2-Avrupa’nın yalnızca radikalizmle değil tüm Müslümanlarla hatta doğrudan İslam’ın kendisiyle savaşta artan bir dalganın ortasına itilmesi.
3-Papa Francis’in yıllarca Katoliklik ve İslam arasında büyük bir barış kampanyasına yaptığı öncülüğe rağmen İslam’ın nihai olarak şeytanlaştırılması…
4-Güvenlik kurumlarının Müslümanlara karşı demokrasi ve barış konusunda uzlaşmaz bir katılıkta olması: Almanlar dışında Avrupalılar bu katılığı çözmeye uğraşmıyorlar.
Ancak bu aşamadaki en kötü şey, siyasi tarafların da provokatörlere ve siyasi istismarcılara katılmış olmasıdır. Yaşanan acılardan sonra toplumsal barış isteğinin tamamen dışına ötelenen Fransız, Avusturyalı ve Kanadalı (vb.) Müslümanlar, dinlerinin ve kendilerinin kültürel kınanmasına değil, anlayışa, kucaklaşmaya ve diyaloğa ihtiyaç duyuyor.
Öte yandan Arap ülkeleri ve İslam dünyasındaki siyasi tarafların da yeni aşamayla mücadele etmek için Avrupalılarla daha fazla iletişim kurması ve işbirliği yapması gerekiyor. Müslüman ve Hristiyan dini mercilere gelince, tepkileri iyiydi ve iletişim girişimlerinin daha güçlü bir şekilde sürdürülmesi gerekiyor.
Velhasılı kelam Batı’ya yönelik yeni şiddet dalgası bir tepki değil. Daha ziyade kasıtlı eylemlerdir. Sorumluları ve yararlanıcıları ortaya çıkarmak içinse daha fazla çaba gösterilmelidir.