İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Biz, İran ve Washington'daki geçiş dönemi

ABD’nin durumu göz önünde bulundurulduğunda, bugün ile 20 Ocak arasında, yani Başkan Donald Trump'ın halihazırdaki yönetiminden, yeni Başkan Joe Biden'in yaklaşan yönetimine geçişin sorunsuz bir şekilde gerçekleşmesini beklemememiz gerektiği anlaşılıyor.
Trump’ın her şeyden önce seçim sonucunu tanımaya niyetinde olduğuna ilişkin henüz ciddi bir gösterge yok. Durum böyleyken onun rakibinin görevini kolaylaştırmak için hareket etmesini beklemek pek olası değil. Ayrıca Trump'ın coşkulu sağcı aktivistleri, birbirini izleyen adli aksaklıklara rağmen her eyalette sonuçları sorgulamaya ve itiraz etmeye devam ediyorlar. ABD Yüksek Mahkemesi’nin -korona salgını şiddetlenirken, bazı eyalet yöneticilerinin sosyal mesafeye dair sağlık tavsiyelerini benimsemesine açık bir aykırılıkla- dini toplanmalar üzerindeki herhangi bir kısıtlamayı reddetme kararı, Trump'ın moralini yükselten ve onu meydan okumayı tırmandırarak mahkemeye götüren bir gelişmedir. Çünkü aşırı sağcı kanattan üç yargıcın atanmasının ardından çoğunluğun bağlılığı neredeyse garanti altına alındı.
Başkan Trump ve onun hareket tarzının planlayıcıları, tüm bu zikrettiğim hususların yanı sıra Demokrat muhaliflerinin performansının nispeten mütevazı olduğunu fark ettiler. Çünkü Temsilciler Meclisi'ndeki çoğunluklarında bir azalma oldu ve tarih boyunca Senato'nun çoğunluğunu elde edemediler. Bu durum, Biden’in oy sayısındaki üstünlüğünün kendisine dayanılacak bir politik popülerlikten değil, Trump’tan nefret eden kesimlerin ona karşı oy kullanmak üzere bir araya gelmesinden kaynaklandığını teyit eden bir göstergedir. Ancak bununla birlikte tam aksi istikamette olan ve gittikçe daha belirgin hale gelen bir güç var. Bu güç, sınır ötesi yatırımları ve stratejik çıkarları olan finans ve iş topluluğu sektörünün sahip olduğu güçtür. Ayrıca bu güç, sorunsuz geçiş ve değişimin kabulü arzusunun yanı sıra ekonomide yıkıcı kargaşanın önüne geçmekle ilgilenmektedir. Bu sektörün temsilcileri -neredeyse tek başlarına- Trump'ın 2016'da kurduğu ve siyasetini istihdam ettiği popülist akımla yüzleşebilecek bir konumdadır.
Bu popülist akımda somutlaşan aşırı sağ ile yüzleşebilecek gücün, ‘aşırı sol’ kampa zıt ve karşıt bir güç olduğunu söylemek doğru değil. Bunun temelde iki sebebi vardır. Öncelikle Fox News, New York Post ve diğerleri gibi sağcı güçlerin propagandaları için birer platform olan basın organlarının aksine aşırı sol bundan mahrumdur. İkincisi olarak solcu kamp, kendi içinde derin bölünmelerden mustariptir ve etnik, kültürel, coğrafi veya sınıfsal olarak homojen bir grup oluşturabilecek güçte değildir. Demokrat Parti'nin güvendiği ‘Latin Amerika çevrelerinde’ başarısızlık yaşaması bunun delilidir. Venezuelalı mültecilerin Cumhuriyetçi Parti'yi ve muhafazakâr politikalarını desteklemek için Küba'dan gelen eski mültecilere katılmalarının ardından Florida'daki Latinler meselesi Demokratlar için daha acı bir hal aldı. Teksas'taki Meksika sınırındaki Latinler, Meksika ile bir ‘ayırma duvarı’ inşa etme çağrısına rağmen Trump'a karşı gelmediler.
Sınır ötesi yatırımları ve stratejik çıkarları olan finans ve iş dünyası sektörü, geçtiğimiz yüzyılın seksenli yıllarında Ronald Reagan’ın popülizmine ve onun Amerikan vatanseverliğine tutulan küçük işadamları, müteahhitler, profesyoneller ve zanaatkarlar sektöründen farklıdır. Bu bağlamda iki durum arasındaki ekonomik ve stratejik farktan bahsetmeliyiz. Reagan, kapitalist ekonominin üst düzeyde liberalleşmesi, devletin rolünün azalması ve özelleştirme odaklı bir yol izliyordu. Trump, ekonomik özgürlüğün felsefi temellerini reddeden açık korumacı ve müdahaleci sloganları benimsemektedir. Stratejik farka gelince, Reagan döneminde ABD'nin en büyük rakibi Sovyetler Birliği’ydi. O zamanın dünyası iki kutupluydu. Şimdi ise çok kutuplu bir dönemdeyiz. Çin aşırı ideolojik bir yük olmaksızın büyük bir güç olarak ortaya çıktı. Ayrıca Amerikan pazarını işgal ederek Japonya'ya ve ardından Güney Kore'ye katıldı.
Reagan’ın Washington’ı “Berlin Duvarı” başta olmak üzere duvarları yıktı. Trump'ın Washington’ı ise iç kesimin çıkarlarını dışarının işgalinden korumak için ‘duvar’ inşa etmekle meşgul oldu. Öte taraftan Reagan’ın Washington’ı, devletin nüfuzunu korumak için uzun süreli silah politikası uyguladı. Trump, ABD güçlerinin geri çekilmesinin, ‘Önce Amerika’ sloganı için bir zafer olarak değerlendirdi.
Araplar olarak bizim için önemli olan, geçiş döneminin ‘bölgemiz ve sıcak meselelerimiz’ için ne anlam ifade ettiğidir. Bu bağlamda şunları söyleyebiliriz:
1- Trump'ın Biden yönetiminin yolunu çiçeklerle süsleme niyetinde olduğuna dair herhangi bir gösterge yok. Bu, onun kasıtlı olarak kriz ve savaşları kışkırtacağı anlamına da gelmiyor.
2- Biden yönetiminin Trump yönetimiyle aynı politikaları benimsemesini hayal etmek zor, fakat bunun yanı sıra yaklaşımlarını tamamen tersine çevirmesi de olası değil. Çünkü bölgede daha farklı değişkenler var. Yeni başkanın kadrosunda, Obama yönetimindekilerle tamamen aynı olmayabilecek vizyonlar var.
3- Gelecek haftalarda önceliklerini belirginleştirmek ve ifade etmek üzere çalışacak bölgesel oyuncular var. Tahran'da nükleer bilimci Muhsin Fahrizade'nin öldürülmesi eğer harici operasyonsa -ki muhtemel görünüyor- bu durum, Trump yönetimindeki bazı isimlerin ve İsrail'deki bazı çevrelerin Demokrat Parti içindeki Tahran destekçilerinin zaman kazanmasına izin vermek istemediği ve 2016 öncesine dönmeyi kabul etmeyecekleri anlamına gelir.
4- Rusya'nın İsrail, Türkiye ve İran ile birlikte oynadığı kilit rolün izlenmesi gerekiyor. Washington'un bölgesel politikalarında bunun etkili bir faktör olması bekleniyor. Belki de Moskova Demokratların bu yeni döneminde, Washington'un politikaları konusunda Trump döneminde -en büyük düşmanın Rusya değil de Çin olduğu dönemde- olduğu gibi rahat hissetmeyecektir. Önümüzdeki haftalar oldukça hassas ve belirleyici olacak. Öncelikleri hesaba katmak ve ona göre hareket etmek gerekiyor.