Gassan Şerbil
Şarku'l Avsat Genel Yayın Yönetmeni
TT

Dönüşümler, sargılar ve güvenceler

Ortadoğu, dönüşümler ve dönüşüm girişimlerinin toprağı. Sürprizler ve sarsıntılar yaşam tarzının bir parçası. Güç ve bir statüko empoze etmeye inananların sayısı kesinlikle azımsanmayacak kadar çok. Bölge ülkelerinin genellikle kararlarını ve seçeneklerini hazırlayan, olgunlaştıran ve başarı araçlarını sağlayan kurumları yok. Eski hesaplar duygu ve yangınları alevlendirme kapasitesi nedeniyle yaklaşılmaması gereken konularla dolu. Neredeyse kutsal ve yeniden gözden geçirilmeyi veya sorgulanmayı kaldıramayan konular. Arap-İsrail ihtilafı bu konuların başında geliyordu. Bu konuyu zaman denen doktora bırakmanın isabetli olacağını düşünenler vardı. Bu riskli bir bahisti, çünkü zaman yaraları sardığı gibi bazen daha da iltihaplanmasına yol açabilir.
Arap-İsrail ihtilafının belleği, bir veri ırmağının yanı sıra önemli dönüm noktalarını da içeriyor. 1973 Arap-İsrail Savaşı, 1967’deki savaşın dayatmaya ve pekiştirmeye çalıştığı statükoya karşı bir darbe girişimiydi. 1982’deki Beyrut işgali, İsrail’in Filistin direnişinin Arap-İsrail temas hattında ikamet etme hakkına dair var olan Arap kabulünü değiştirmeye matuf bir girişimdi. Keza Filistin direnişinin önerilen veya empoze edilen barış algılarına meydan okumak için İsrail topraklarını hedef alan roket saldırılarına verilen Arap onayını ortadan kaldırmayı da amaçlıyordu.
Dönüm noktaları ve dönüşümlerden bahsederken, Mısır devlet başkanı Enver Sedat’ın Knesset’de (İsrail meclisi) yaptığı ünlü konuşmasını ve daha sonra Camp David’de Menahem Begin ve Jimmy Carter ile görüşmelerini anmadan geçemeyiz. Ancak en büyük dönüm noktalarından biri, kufiyesi ((Filistin puşisi)  ve sembolizmi ile Yaser Arafat’ın, Oslo sürecinden sonra Beyaz Saray bahçesinde İshak Rabin ve Şimon Peres’in elini sıktığı andır. Bu tarihi sahneden önce, taşlarını döşeyen, kolaylaştıran veya empoze eden dönüşümlerin yaşanması gerekmişti. Bunlardan biri de Saddam Hüseyin’in dünyanın sadece güçlülere saygı duyduğunu ve İran ile uzun süren savaştan zaferle çıkan yeni güçlü olarak kendisiyle müzakereye ve iş birliğine hevesli olacağını sanarak Kuveyt’i işgal girişimiydi. Bu, aslında bir intihar girişimiydi. Bu noktada, İran’ın da ABD’nin bölgedeki varlığını azaltıp bölge ülkelerini tek tek ele geçirmek için 40 yıl boyunca bir dizi darbeler ve darbe girişimlerinde bulunduğunu unutamayız.
Bugün, Irak, Suriye, Lübnan ve Husilerin roketleri ile SİHA’ları bu girişimlerin açık sonucudur. Ortadoğu’daki dönüşümlerin ve dönüm noktalarının ortak noktası, Filistin davası ile bağlantısı veya darbecilerin hedeflerini gerçekleştirmek için bu davayı bir örtü olarak kullanmalarıdır. Bu bağlamda bölgede bazen farklı ve çelişkili diller benimsendi. Farklı hız ve ivmelerde hareket edildi. Konuşulan diller çoğu zaman her bir tarafın kendi istikrar ve güvenlik hesaplarının ürünüydü. Ancak bizzat Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) müzakere ve uzlaşma yolunu seçmesinden sonra protestolar ve sözlü saldırılar, ne Mısır'ın ne de Ürdün'ün benimsedikleri yolu yok saymakta başarılı olamadı. Nitekim, 2002 yılında Beyrut'ta yapılan Arap zirvesinin onayladığı Arap Barış Girişiminin, Ortadoğu ve onun büyük güçlerle, özellikle ABD ile ilişkilerini sarsan tüm bu dönüşüm ve değişikliklerin meyvesi olduğu söylenebilir. Girişim, iki devletli çözüm, aynı zamanda İsrail’i tanıma, ilişkileri normalleştirme ve ticareti içeren bir tür kapsamlı barışın teyidiydi. Aynı zamanda, Ortadoğu bölgesinin Kuveyt'in işgalinden sonraki koşulları ile 11 Eylül 2001 saldırıları sonrasındaki olası koşullarını, Hartum zirvesinde kabul edilen “üç hayır” (İsrail ile barışa hayır, İsrail'in devlet olarak tanınmasına hayır ve İsrail ile müzakerelere hayır) temelinde politikalar inşa etmeye devam etmenin zorluğunu da dikkate alıyordu.
Tutumların değişmesinde iki faktör önemli bir rol oynadı. Birincisi, Sovyetler Birliği'nin intiharından sonra yeni bir aşamaya giren ABD gücü, ikincisi İsrail'in Berlin Duvarı'nın yıkılmasından sonra oluşan uluslararası sahneyi ele almadaki ustalığıdır. ABD’nin Ortadoğu'dan çekildiği ya da bölgeye olan ilgisinin azaldığı hakkında söylenen her şeye rağmen, son haftalarda İsrail'in BAE, Bahreyn, Sudan ve Fas ile ilişkilerinde birbirini izleyen gelişmelere tanık oluyoruz. Art arda gelen bu gelişmeleri yukarıda saydığımız değişim ve dönüşümler türünden sayacak olursak, kendisinin, İran'ın 1980'lerin başında Filistin davasını ele geçirmesi ve Lübnan, Suriye ve diğer bölgelere sızmak için kendisinden yararlanmasının ardından bölgesel düzeyde planladığı dönüşüme karşı bir tür dönüm noktası oluşturduğunu söyleyebiliriz. İran’ın tetiklenmesine katkı sağladığı korkuların, bölgedeki bir dizi ülkeyi ABD güvencesine bağlı kalmaya ve ABD’nin Çin’in yükselişiyle meşgul olup bölgeden uzaklaşması durumunda bölgesel güç dengelerini düşünmeye sevk ettiğini söylemek abartı olmaz.
Arap ülkelerinin İsrail ile ilişkileri konusunda, farklı sözlüklere veya farklı kelime dağarcığına dayalı olarak farklı hız ve ivmelerde ilerlediği aşikar. Cezayir’in Fas’ın diplomatik ilişkiler ve ticaret dahil olmak üzere İsrail ile tam ilişki kurma kararına verdiği tepki de bunu doğruluyor. Zira Fas'ın önemi, kralının siyasi ve dini konumu, Faslı Yahudilere karşı tutumunun ötesinde Fas’ın birlikte yaşama ve çoğulculuk değerlerine saygı duyan bir devlet olarak bölgedeki ve dünyadaki birikimi göz önüne alındığında bu adımın önemi büyük.
Fas ve İsrail arasında önceden var olan ilişkilere rağmen, yeni adım Cezayir'in Fas ile ilişkilerindeki hassasiyeti artırdı çünkü Başkan Donald Trump'ın ülkesinin Fas'ın Batı Sahra üzerindeki egemenliğini tanıması ile aynı zamana denk geldi. Bu, Cezayir tarafından desteklenen "Polisario Cephesi"nin bundan sonra en fazla özerklik talep edebileceği anlamına geliyor.
Trump'ın şaşırtıcı ve bireysel tarzıyla  Ortadoğu ve dünyadaki Amerikan gücüne kattıkları hakkında çok şey yazıldı. Trump’ın Beyaz Saray’ı terk etmesiyle sona erecek kritik ve sıcak haftalarda Ortadoğu’da peş peşe yaşanan sahneler, ABD’nin kesinlikle zayıflamadığını gösteriyor. Son zamanlarda İsrail ile ilişki kuran ülkeler bunu, İsrail ile ilişkileri ABD ile ilişkilerini derinleştireceği için yaptılar. Bölgedeki pek çok ülke halen ABD’yi dönüşümler gerçekleştirebilecek veya engelleyebilecek, yaraları saracak ve özellikle “haydut ülkeleri” kontrol altına almak konusunda kendilerine güven verecek tek güç olarak görüyorlar. Zira İran’ın kendisiyle Suriye haritasını paylaşmakta halen ısrarlı olduğu göz önüne alındığında, Rusya’nın Ortadoğu’da güven verme konusundaki gücünün sınırlı olduğu açık ve net.
Ortadoğu ülkelerinin benimsediği seçenekler ve diller birbirine çok uzak. Bazı ülkeler uluslararası topluma daha fazla katılımı sağlayacak ve ABD ile ilişkileri derinleştirecek seçeneklere yönelirken, bazıları da İran’ın elindeki kartlara dönüştüklerinden ABD ve İran arasındaki sürecin sonuçlarını bekliyorlar.