Salih Kallab
Ürdünlü yazar. Eski Enformasyon, Kültür ve Devlet Bakanı
TT

Tek çözüm, İsrail devletine karşılık bir Filistin devletidir

Mahmud Abbas’ın bir Körfez ülkesine yaptığı son ziyaretten sonra, İsrail ile ilişkileri normalleştiren ülkeleri hedef alan medya kampanyalarının durdurulması talimatı verdiği doğruysa bu, olumlu gelişmeler yaşandığı anlamına geliyor.
Bu yönelim aslında daha erken, Filistin’in Abu Dabi ve Manama büyükelçilerinin geri dönmesinden önce başlamıştı.
Son olarak Fas’ın da İsrail ile ilişkileri normalleştirme adımı atmasından sonra, Fas Kralı 6. Muhammed’in Mahmud Abbas ile telefonda görüşerek, Fas’ın Filistin davası ile ilgili pozisyonun değişmediğini, Rabat’ın Filistin halkının kaderini tayin etme ve 1967 sınırları içinde başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız bir devlet kurma haklarını desteklemeye devam edeceğini teyit etmesinin de bu olumlu gelişmelerde payı olabilir.
Bunun anlamı, Faslı kardeşlerini çok iyi tanıyan Mahmud Abbas’ın, Fas Kralı’nın sözlerinin arkasında durduğu, İsraillilerin de Faslı Yahudiler grubu aracılığıyla Filistin davasının bu Arap ülkesi için kutsal olduğunu bildikleri kanaatinin, bu görüşme ile bir kez daha pekiştiğidir.
Aynı şekilde, Binyamin Netahyahu’nun manevra yapmaya ve işi dolandırmaya, İsrail’in de bu adil davayla ilgili uluslararası kararlara bağlı kalmamaya devam etmesi halinde, karar alıcı Joe Biden olduktan sonra ABD’nin dahi katılacağı kararlı bir uluslararası tutum ile karşı karşıya kalacağı inancı da güçlenmiş görünüyor.
Bu nedenle, eğer bütün bunlar doğruysa, ki kesinlikle öyledir, Mahmud Abbas’ın ilişkileri normalleştiren Arap ülkelerine karşı karalama kampanyalarını durduracağına şüphe yok. Aslında, Fas Kralı’nın kendisine iletmiş olduğu, Ürdün’ün desteklediği ve Mısır’ın da kabul ettiği hedeflere odaklanmak için zaten bunları durdurmuştu.
Dediğimiz gibi, İsrail’i tanıyan ve onunla her alanda ilişki kuran Arap ülkelerini hedef tahtasına oturtan medya kampanyalarını durdurmak bu nedenle gerekliydi ve Filistin liderliği de üzerine düşeni yaptı.
Filistinliler ile İsrailliler arasında “barışçıl çözüm” yönelimi gerçekten ciddi ise yapılacak müzakereler, 10 Eylül 1993’de imzalanan, bilhassa İzak Rabin’in öldürülmesi, ardından Yaser Arafat’ın suikasta uğramasıyla (Kasım 2004) üzerinden geçen 30 yıldan sonra neredeyse iptal edilmiş gibi görünen Oslo Anlaşması’nı da temel almalı.
Bu anlaşmaya yani bir Filistin Ulusal Otoritesi kurulmasını, ardından bir Filistin devleti tesis edilmesini kabul eden Oslo Anlaşması’na dönüş kaçınılmaz. Söz konusu anlaşmaya eski ABD Başkanı Bill Clinton, Yaser Arafat ve İzak Rabin imza atmış, dönemin ABD ve Rusya Federasyonu dışişleri bakanları da onaylamışlardı. Bu anlaşmaya dönüşün kaçınılmaz olduğunu düşündüğümüz için bazı maddelerine değinmek istiyoruz.
1-Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) terör ve şiddeti reddetmektedir. Yani İsrail'e karşı silahlı direnişten vazgeçip, tüzüğünde bununla ilgili hükümleri (silahlı eylemler düzenlemek ve İsrail devletini yıkmak) kaldıracaktır.
2-İsrail, FKÖ’yü Filistin halkının meşru temsilcisi olarak tanımaktadır.
3-FKÖ, Filistin topraklarının yüzde 78’i, yani Batı Şeria ve Gazze Şeridi dışındaki tüm topraklar üzerinde kurulu İsrail devletini tanımaktadır.
4-İsrail, 5 yıl içinde Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nden çekilecek. Bunun ilk aşaması Eriha ve Gazze’den çekilmekti ve bilindiği gibi İsrail bu ikisinden çekildi.
5-İsrail, Filistinlilerin özyönetim kurma hakkını tanımaktadır. Bu yönetim halihazırda Filistin Ulusal Otoritesi olarak biliniyor ve İsrail’in daha sonra kendisini 1967 sınırları içinde bir Filistin devleti olarak tanıması gerekiyordu.
Görüldüğü  gibi Oslo’da mutabakata varılan ve 1993’te resmi olarak Washington’da imzalanan maddelerin çoğu uygulandı. Filistin halkı tarafından seçilen bir yasama meclisi, güvenliği sağlamak için bir kolluk gücü kuruldu. İsrail, Washington’da imzalanan anlaşmada belirlenen son statü (yani bağımsız bir Filistin devletinin kurulması) için yapılacak müzakerelerden çekilmeseydi, arzu edilen sonuca ulaşılmış olacaktı. Diğer bir deyişle, başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız Filistin devleti kurulacak, geri dönüş ve tazminat hakkı kapsamında mülteci sorunu ile Gazze’de olduğu gibi Batı Şeria’daki yerleşim yerleri sorunu da çözülecekti.
Sorun şu ki, Hamas ve onunla birlikte, İslami Cihat ve Halk Cephesi gibi diğer örgütler, Saika, Ahmed Cibril Grubu (Suriye) ve belki de Arap Kurtuluş Cephesi gibi sadece kağıt üzerinde var olan gruplar her zaman olduğu gibi, gelecekteki İsrail’i tanıyacak herhangi bir Filistin-İsrail müzakerelerinin sonuçlarını kabul etmeyeceklerdir.
Bilindiği gibi İslami Direniş Hareketi, işgale tarihi Filistin devleti topraklarının yüzde 78’ini gasp etme hakkı verdiği için Oslo Anlaşması’nı “uğursuz” ve geçersiz saymıştı. Haksızlık üzerine kurulu olanın geçersiz olacağını, Filistin halkının FKÖ’nün kabul ettiği yükümlülükleri kabul etmeyeceğini, kutsallarından ve Filistin topraklarının bir karışından dahi vazgeçen sonuçları tanımayacağını söylemişti.
Yine bilindiği gibi Hamas, İhvancı (Müslüman Kardeşler) bir hareket ve uluslararası Müslüman Kardeşler örgütüne bağlı. Söz konusu örgütün bazı liderleri Mısır’dan çıkarıldıktan sonra daimi merkezlerinin bulunduğu İngiltere’ye yerleşmişlerdi. Gazze Şeridi’nin kontrolünü ele geçiren Hamas da Türkiye-İran ittifakına katılmış olduğu için ne FKÖ ne de Ulusal Otorite ve arzu edilen Filistin devletine katılamaz. Aynı şey yukarıda saydığımız, Halk Cephesi, İslami Cihad Hareketi, Saika, Ahmed Cibril Grubu, Arap Kurtuluş Cephesi ve Umman ile Şam arasında gidip gelen Nayif Havatme’nin genel sekreteri olduğu Demokratik Cephe için de geçerli.
Her halükarda, Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ve tabii ki onunla birlikte Fetih Hareketi, Ulusal Otorite ve Batı Şeria’daki tüm etkin ve sembol ulusal isimler şüphesiz bu tarihi fırsatı kaçırmayacaklardır. 1967 sınırlarında başkenti Doğu Kudüs olan, arzu edilen Filistin devletini inşa etmek hedefiyle İsrail ile yürütülecek bir sonraki müzakerelere katılacaklardır.
Tek korkumuz, Binyamin Netanyahu’nun başbakan olmaya devam etmesi halinde, o ve İsrailli aşırılık yanlılarının arzu edilen çözümün “barışa karşılık barış” esasına göre yürütülmesinde diretmeleridir. Bu, ne Filistin halkı ne de Araplar, hatta başta ABD olmak üzere büyük devletler tarafından hiçbir şekilde ve katiyen kabul edilemez. Bu noktada, İsrail’in iki kampa bölündüğünü de hatırlatalım. Bunların biri, kanlı savaş ve çatışmalarla geçen 70 yılı aşkın bir süreden sonra Filistin halkı için de kabul edilebilir bir çözüm isteyen ılımlı kamp. Diğeri, arzu edilen çözümün sadece “barış karşılığında barış” olmasını isteyen radikal kamp. Dediğimiz gibi bu, hem Filistinliler hem de liderleri tarafından kesin bir şekilde reddediliyor. Dolayısıyla bunun sonucu ancak, silahlı çatışmalara, geçmiş dönemlerdeki şiddetten daha yoğun bir şiddete dönüş olabilir. Zira işler bu noktaya vardığında, daha radikal Filistinliler ile Filistinli örgütlerin destekledikleri bu seçenek, kaçınılmaz hale gelecek.
Filistin tarihi, İsrail işgalinden çok daha kötü işgallerle doludur ve hepsi de er geç sona ermiştir. Bu nedenle, yönetimin Cumhuriyetçilerden Demokratlara intikal etmesinden sonra ABD başta olmak üzere dünyanın büyük devletleri, tarihi sorumluluklarını üstlenmeliler. Aksi takdirde, daha yoğun bir şiddet, tek seçenek haline gelecek.