Muhammed Rumeyhi
Araştırmacı yazar, Kuveyt Üniversitesi'nde Sosyoloji profesörü...
TT

Zorlu entegrasyon

Muhammed bin Abbas, Çin kökenli Fransız yazar Michel Houellebecq tarafından yazılmış fantastik bir romanda Fransa’nın cumhurbaşkanıdır. Kendisi bu anlatının kurgusal karakteridir. Söz konusu roman, ilgi çekici içeriği nedeniyle Fransa hatta Avrupa’nın politika ve kültür çevrelerinde geniş çaplı ses getirdi ve tartışma yarattı. Arapça dahil birçok dile çevrildi. Romanın adı “Soumission” (Teslimiyet), Batılı toplumların Doğu’dan gelen kültüre teslim olduklarına, hatta bazı Doğu kökenli kişilerin iktidara ulaştıklarına dair yazarının uyarılarını içeriyor.
Kitabın uzun ve bir ölçüde sıkıcı bir girişi var. Başlangıçta yazar, kahramanının (Paris üniversitelerinden birinde bir profesör) bakış açısından Fransız toplumundaki bozulmanın panoramasını uzun uzadıya anlatıyor. Romanın konusu özetle; Müslüman kardeşlerin lideri Muhammed bin Abbas, Fransa cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kabul edilebilir bir siyasi program sunar. Diğer yandan, Fransa’nın iki büyük gücü olan cumhuriyetçiler ve sosyalistler, muhalifleri liberaller ile neredeyse bir sokak savaşına giren aşırı sağın planlarını bozabilmeleri için gerekli popüler ivmeye sahip değillerdir. Bu nedenle iki liberal taraf, Muhammed bin Abbas liderliğindeki büyük ve ılımlı Müslüman kardeşler ile bu önemli seçimlerde ittifak yapmak zorunda kalırlar. Ancak, halkın kalbine korku salıp dehşet saçan aşırlık yanlılarının saldırılarıyla sabote edildiği için seçimler kolay geçmez, bu yüzden seçimler Fransa ordusunun koruması altında tekrarlanır. Bu kez Muhammed bin Abbas ve müttefikleri kazanır. Muhammed bin Abbas Fransa Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı olur. Sahip olduğu dikkat çekici sosyal ve siyasi programı uygulamaya başlar. Kadınların çocuk bakmaları ve aileleriyle ilgilenmeleri için evde kalmalarına karar verir. Buna karşılık devlet kadınlara bir miktar para öder. Bu sayede erkekler arasında işsizlik oranları en aza iner, suç ortadan kalkar, toplu taşıma kolaylaşır ve üretim artar. Yüksek düzeyde etkin kamu hizmetleri sunulur ve “petrol emirliklerinin cömertliği” sayesinde halka ücretsiz eğitim sunulur. Muhammed bin Abbas, İngiltere’de 20’nci yüzyılın başında ortaya çıkan toplumsal iş birliği felsefesine inanmakta ve bunu uygulamaktadır. Sonuç olarak, Muhammed bin Abbas ve partisinin popülaritesi öyle artar ki, yeniden iktidar olmak için koalisyona ihtiyaçları kalmaz. Toplum o kadar müreffeh hale gelir ki, Sorbonne Üniversitesi'nde profesör olan kahramanın bir arkadaşı, ona terfi ettiğini, maaşının arttığını, İslam’ı kabul ettiğini ve artık 4 kere evlenmesine izin verildiği için ikinci kez evleneceğini aktarır.
Romanda buna benzer birçok detay var. Geniş çaplı tartışmalara yo açan roman, 2015’teki ünlü Charlie Hebdo dergisi olayları zamanında yayınlandı, ancak bundan sonra büyük bir popülerlik kazandı. Öyle ki Alman kültür otoriteleri, aşırı sağcılara Müslüman göçmenlere yönelik nefreti yaymak için bir araç olarak kullanabilecekleri atıflar ve imalar içerdiği için romanın Almancaya çevrilmemesini talep ettiler. Fransa'daki İslami topluluklar, romanı, kendilerini küçümsediği ve toplumdaki varlıkları konusunda provokatif bir biçimde uyardığı için eleştirdiler. Herhangi bir yaratıcı çalışma gibi, bu romanın ortaya attığı onaylanacak ya da onaylanmayacak fikirler de bir birey veya grup olsun genellikle okuyucularının kendi bakış açılarıyla okundu. Bu romanından sonra yazar, İslam konusunda uzman oldu. Fransız televizyon kanallarındaki tartışma programlarının neredeyse değişmez konuğuna dönüştü.
Bu mesele belki bizi, yani Arap Müslüman okurları da ilgilendiriyor, çünkü gelecekteki sonuçlarının derinlerine dalmadan olduğu gibi kabullendiğimiz bir olguya ışık tutuyor. Söz konusu olgu; Avrupa'daki Müslüman toplulukların ve roman özellikle de onlara açıkça atıfta bulunduğu için Arap toplulukların varlığı, siyasi gelecekleri ve anavatanlarıyla ilişkileridir. Roman, Arap kültür alanında sorulması ve tartışılması gereken soruları gündeme getirdi. Gerçek şu ki, bazı Avrupa ülkelerinde İslam, dinler arasında ikinci sırada yer alıyor. Müslüman azınlık, kamu alanında aktif ve katılımcı olmaya başladı. Neredeyse kendisine özel mahalleler hatta kentlerde yaşar oldu. İngiltere’nin en büyük şehri olan başkent Londra’nın belediye başkanı, Pakistan asıllı Müslüman bir şahsiyet ve yıllardır bu görevde. İngiltere’nin bir önceki hükümetinin maliye bakanı ve hükümetin ikinci adamı da Müslüman idi. Avrupalı ​​Müslümanlar basın, siyaset, kültür ve özel sektörde seçkin işlerde çalışıyorlar.
Bir süre önce Avustralya Senatosu'nun bir kadın üyesi Müslümanların duygularını provoke etmek amacıyla, burka giyerek Senato’ya gelmişti. Ancak güvenlikten sorumlu bakan, böyle yaparak Avustralya toplumu içinde yasalara saygılı bir kesimi ötekileştirmeye davet ettiğini söyleyerek onu eleştiri yağmuruna tutmuştu. Avrupa'daki aşırı sağcı güçler göçmen Müslüman grupları şeytanlaştırarak sempatizan topluyorlar. Artık sadece beyaz veya Hristiyan olmayıp renklenmeye başlayan Avrupa dokusuna bu büyük grupları entegre etmek isteyen diğer güçler ise onlara direniyorlar. Elbette "Teslimiyet" romanın amacının, Avrupalıları ve diğer Batı ülkelerini topluma yabancı görünen bu gruplar hakkında uyarmak olduğu anlaşılıyor. Fransız öğretmenin öldürülmesinden sonra Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un yaptığı gibi Müslümanların hepsini aynı potaya koyuyor. Toplumu provoke eden davranışlar yoluyla Batı’da yaşayan bazı Müslüman toplulukları, Müslümanlara karşı nefreti yaymak için bir yakıt gibi kullanıyor. Provokasyonlar ile iki tarafta da azınlık olan fanatiklerin kışkırtmaları, Batı ve Müslüman toplumları istenmeyen ve sağlıklı olmayan bir çatışmaya sokuyor. Avrupa’da Müslümanların veya diğer toplumlarda başka azınlıkların varlıklarından kaynaklanan sorunlara yaklaşımları akılcı yöntemlerden yoksun bırakıyor. Yasalar, teoride, bu insanları diğerleri gibi hakları ve görevleri olan vatandaşlar olarak kabul ediyor. Ancak bazıları bir kimlik çatışması yaşıyorlar. O ülkenin vatandaşı olmayı kabul ediyorlar ama genel değerlerine inanmıyorlar. Bu nedenle, kendilerini bir şekilde mağdur görüyorlar ve bu da onları yaşadıkları toplumdan intikam almaya itiyor.
Roman, başlangıçta belki de diğer din ve ırklardan göçmenleri kabullenmenin, modern değerlerin dayattığı bir uygarlık eylemi olduğunu varsayan Batı toplumlarının karşı karşıya oldukları kimlik krizini özetliyor veya buna atıfta bulunuyor. Gelgelelim yazar, aynı zamanda romanında hem Selefi hem de ılımlı İslami grupların düşüncelerini derinlemesine inceliyor ve Batı kamuoyunun, hatta seçkinlerinin ve politikacılarının pek çoğunun bilmediği bu grupların entelektüel ikilemlerini anlatıp, olası tehlikelerine karşı uyarıyor. Romanın ateşlediği tartışma, bütün kötülüklere açık bir noktaya temas ettiği anlamına geliyor.
Son olarak; roman sorunu tanımladı, şimdi Arap düşüncesinin göçmenlerin kimliğini yeniden dengeleyecek çözümler araması gerekiyor. Peki bunu yapıyor mu?