Sam Mensa
TT

Suikastlar alanında inisiyatiflerin kaderi

Siyasi aktivist ve Hizbullah’ın amansız muhalifi Lokman Salim gibi bir şahsın kaybı, Güney Lübnan’ın ez Zahrani bölgesinde uğradığı suikastın, hatta infazın acımasızlığının ötesine geçiyor. Onun olağanüstü bir entelektüel, araştırmacı, belgelendirme uzmanı, politikacı ve vatansever bir değer olarak temsil ettikleri, anlayanlar için gerçek bir ulusal devlet yolunda Lübnan’a yön gösterecek bir yıldız olabilecek mirası göz önüne alındığında, onu kaybetmenin acısı, hunharca  öldürülmesinden daha büyük.
Lokman Salim’in infazı, Suriye’nin Lübnan üzerindeki vesayet meşalesini İran’a devretmesinden bu yana Lübnan’ın şahit olduğu bir dizi siyasi suikastın halkalarından biri olsa da, kendinden öncekilerden farklı. Çünkü kurban, görüş olarak Hizbullah’a karşı olduğunu alenen dillendirmekle yetinmeyip, siyasi mücadelesini Lübnan ve Lübnanlılara karşı işlenen ve sınırı aşan şiddetli saldırıları ifşa eden güvenilir argümanlarla takviye etti. Teorik araştırmacı rolünün ötesine geçip, işlenen suçlara karışanların suçlarını kanıtlayan delil ve ipuçlarını toplamak için pratik soruşturmacı rolünü üstlendi ve görünüşe bakılırsa gizli olanları ifşa etmeye yaklaşmıştı.
2005 yılından beridir tüm türleriyle suikastların Lübnanlılığın özelliği haline geldiklerini söylersek mübalağa etmiş olmayız. Bu süreçte yasamadan, yürütme ve yargıya kadar anayasal kurumlar suikasta uğradı. Keza güvenlik organları, ekonomi, finans, eğitim, sağlık ve medya sektörleri de. Lübnan’ın bir yandan Arap ülkeleri, diğer yandan Batı ülkeleri ile ilişkileri ve ülkeyi kurtarabilecek bütün inisiyatifler de çeşitli suikastlara kurban gittiler. Sonunda iş, bireysel ve kolektif olarak muhaliflerin ortadan kaldırılması, aynı çevre içinde dahi farklı çıkan seslerin bir dizi ironik özrün eşliğinde susturulması noktasına vardı. Bu bağlamda, meslektaşımız Semir Kassir’in abartısız siyasi olarak tanımlanabilecek suikastı öne çıkıyor. Semir Kassir suikastı siyasiydi çünkü vefalı bir evladı olduğu siyasi çevresi, kendisine farklı düşünme, tavsiyelerde bulunmaya olanak tanıyacak belirli ve planlı bir alan bile sunmadı. Ilımlılık, diyalog ve uzlaşı çağrıları ile bilinen bu araştırmacı ve gazeteci, bir keresinde katıldığı bir televizyon programında Hizbullah’a yönelttiği eleştirilerinden 24 saatten daha az bir süre sonra geri adım atmaya zorlanmıştı. Bu, kişiliğine, dürüstlük ve  vatanseverlikle oynamaya aday gösterildiği muhatapçı rolüne telafisi zor bir zarar vermişti.
Suikastın kurbanları arasındaki ortak paydayı görmezden gelmek de zor. Bu payda hepsinin de modern bir ulusal devletin kurulmasını, egemenliğini ve tarihini koruyan her şeyi savunanlardan olmalarıdır. Aynı zamanda onlar, çoğulculuk ve özgürlüğün de savunucuları, devleti atıldığı derin uçurumdan çekmeye çalışanlardır. Bütün bunların karşısında, yetmişli yıllarda başlayan Suriye işgalinin baskı ve zulmünü kat kat aşan demirden bir yumruk ile 2005’te siyasi sürecin kılcal damarlarını tamamen ele geçiren, ülkeyi siyasi bir tıkanıklığa sürükleyen cani zanlı yer alıyor. Söz konusu cani, Suriye vesayetinden daha zalimdi, çünkü kibir ve kendini beğenmişlikle küçücük de olsa tıkamadığı tek bir aydınlık nokta bırakmadı. Evet, Lübnan’ı İran’ın elinde bir pazarlık kozu haline getiren Hizbullah’tan bahsediyoruz. Kendisi bununla da yetinmeyip güç ve iktidar üzerindeki tam hakimiyetini pekiştirmek için ulusal egemenliğin en değerli parçalarından vazgeçti. Lübnan’ın kurucu anlamını ve onunla birlikte Lübnan varlığının egemenliğini devre dışı bıraktı. Lübnan böyle kan kaybetmeye başladı.  
Hizbullah'ın devletin kılcal damarlarına yerleşmesinin ve üzerindeki gücünü pekiştirmesinin yolunu açan en büyük suikast, "Egemenlik ve bağımsızlık özgürlüğü" sloganını benimseyen 2005 Sedir Devrimi'nin sonuçlarını hedef alan suikasttı.  Devrime katılan taraflar, ilk olarak parlamento seçimlerine ulusal menfaatleri değil, iktidar, gerçeklikleri ve büyüklükleri göz önüne alan bir bakış açısıyla girdiklerinde, mezhepçi konumlarına geri dönmüş oldular. İkincisi, Hizbullah’ın kara gömleklerinin fitilini ateşlediği 7 Mayıs 2008 olaylarının ardından karşı taraf önünde zayıflayıp teslim oldular. Bunlar devrime yönelik suikastın önünü açan iki önemli adımdı. Lübnan tarihinde en şiddetli suikast ise hedefinde 17 Ekim 2019 devriminin olduğu suikasttı ve burada iki fail vardı; birincisi protestocuları korkutup dağıtmak için üzerlerine bir yandan güvenlik güçlerini diğer yandan motorlu “Besic” unsurlarını salan iktidar ve dizginlerini ellerinde tutanlardı. İkincisi, pusulasını sorunun özüne çevirmeyen devrimin kendisiydi. Devrim, sorunun özü olan devletin çökmesi ve ulusal kararın Hizbullah tarafından rehin alınması ile yüzleşmek yerine yolsuzluk ve yetkililerden hesap sormaya odaklanan taleplerde bulunduğu bir protesto türünü benimsedi. Lübnan’daki en ciddi suikasta gelince, tüm kurtarma inisiyatiflerini etkisiz kılan, aynı tarafta yer alanlar arasında bile yakınlaşmaya izin verecek bir alana veya herhangi bir uzlaşı projesi ya da çözüm projesine  olanak ve fırsat tanımayan suikasttır. Burada unutanlara, Taif Anlaşması’nın dahi uygulanmadığını hatırlatmalıyız. 2008’de imzalanan Doha Anlaşması’nın da ömrü uzun olmamıştı. 2009’da varılan S-S Anlaşması’nın (Suriye-Suudi Arabistan) kaderi de farklı değildi. İmzalandıktan sonra ikisinin de aleyhine dönülmüştü. 2012’de duyurulmasından birkaç gün sonra Baabda Bildirisi’nden geri adım atıldığı gibi, Mişel Avn’ı cumhurbaşkanlığına taşıyan 2016’daki uzlaşı da çökmüştü. Bütün bunlara 14 Mart Hareketi'nin siyasi bileşenlerinin dağılması, hatta rakip 8 Mart Hareketi'nin de Şii İkilisi ile sınırlanması eşlik etmişti. Buradaki ikili tanımı biraz geniş, zira herkes son kararın Hizbullah’ın elinde olduğunu biliyor.
Bugün, son derece kritik bir zamanda, en azından Hizbullah’ın aralarında olduğu tüm tarafların neredeyse ortak ve açık onayını almış olmasına rağmen, Fransız inisiyatifi de suikastla etkisiz hale getirildi. Nedeni, Hizbullah’ın daha sonra geri adım atıp aleyhine dönmesiydi. Hizbullah’ın şu ana kadar kazanıyor gibi görünen bahisleri, yerli bahisler ve hesaplar olmaktan ziyade bölgesel olup İran’ın politik yönelimleri ve bölgesel çıkarlarına bağlı. Bu nedenle, sponsoru İran’ın Washington ile bir uzlaşıya varmasını beklerken Lübnan’ı kurtarmaya yönelik tüm girişim ve uzlaşıları başarısızlığa uğratıyor. Zor da olsa şu ana kadar eski ABD yönetiminin kendisine uyguladığı azami yaptırımlarla birlikte yaşamayı başaran Tahran, bugün yeni Demokrat yönetimin göreve gelmesiyle meydan okuma, inat ve provokasyonlarında ileri gitmeye başladı. Uranyum zenginleştirme ve metalik uranyum üretme oranlarını yükseltti. Bunu yapmasının nedeni, doğru ya da yanlış olarak, oranları yükseltmesinin, yeni ABD yönetimini eski şekliyle nükleer anlaşmaya dönmekte acele etmeye sevk edeceğine inanması. Nükleer silah elde etmesi korkusuyla, bölgeye yayılmış kollarının uygulamalarına bakmasızın anlaşmaya dönmesini sağlayacağını sanması. Bundan çıkarılacak sonuç, İran ve Hizbullah’ın Lübnan'daki nüfuzlarını pekiştirecek olan Lübnan pazarlık kartından vazgeçme ihtiyacı hissetmedikleridir.
Bugün, iç reforma oynanan tüm bahislerin başarısız olması, güç dengesine ve ulusal kararı özgürleştirmeye dönüşün zorlaşmasından sonra, kurtarılması mümkün olan her şeyin kurtarılması acil bir hale geldi. Kurtuluş yolunda atılacak ilk adım olabilecek her alanı hedef alan suikastları durdurmak kaçınılmaz oldu. Bu noktada, Maruni Patriği Bişara er Rai’nin bir çıkış yolu olarak her ne kadar zor olsa da Lübnan’ı kurtarmak için bir uluslararası konferans düzenlenmesi çağrısı yapan inisiyatifi öne çıkıyor. Bu inisiyatifin kaderinin de ölü doğan, doğmadan önce düşmesi sağlanan veya daha sonra etkisiz hale getirilen geçmişteki inisiyatifler gibi olmaması için ilk olarak, ne kadar yüksek olursa olsun sadece kendisini öneren tarafın inisiyatifi altında sınırlı kalmaması gerekiyor. Kendisini uluslararası karar alma merkezlerine ve veto hakkına sahip ülkelere taşıyacak bir siyasi kaldıraç temin edilmeli. Bu kaldıraç, ancak bu girişimi benimseyen ve bunun için mekanizma, strateji ve hedefler belirleyen, geniş bir mezhepler arası cephenin oluşturulmasıyla sağlanabilir. Lübnan’ın dostları ile bu işgal ve hegemonyayı reddeden Lübnanlıların kendilerine güvendikleri ve yetki verdikleri dünya ülkelerinin karşısına birleşik bir cephe ile çıkılmasıyla  mümkün. Bu şekilde Lübnanlılar, karar sahibi ülkeleri kaçamaklı tutumlarından vazgeçip, Lübnan’da durumun uluslararası bir konferans düzenlenmesini gerektiren bir işgale dönüştüğünü itiraf etmelerini sağlayabilirler. Lübnan’ın kendi kendisini bıçaklamaya devam ettiği doğru, ancak bedenleri ile onu savunanlar da halen var. Bunlar, meçhul bir dibe ulaşmayı beklerken, bölgesel çatışmaların sonucu ile İran’ın kollarına çizilecek rolün belirlenmesi arasında askıda kalmış bir şekilde unutulmayı hak etmiyorlar.