İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Ortadoğu: Değişen bir dünyada politik gerçekçilik

Sadece bir haftanın, BAE Dışişleri Bakanı Şeyh Abdullah bin Zayed'in Moskova’nın Körfez’deki hareketliliğindeki dikkate değer artış bağlamında Rus mevkidaşı Sergey Lavrov’u ağırladığı yüksek profilli bir Birleşik Arap Emirlikleri-Rusya toplantısına tanık olması, Mısır ile Türkiye arasındaki gerilimi hafifletme ve ihtilafları sona erdirme işaretlerinin konuşulması, İsrail’in Körfez ve Akdeniz sularında İran gemilerini hedef aldığına dair haberlerin gelmesi tesadüf değil.
İsrail seçimlerine geri sayımın, Lübnan'daki serbest ekonomik ve siyasi durumun çökmesine, toprakları ve hava sahası bölgesel nüfuz alanlarına bölünen Suriye'de egemenliğin ortadan kalkmasına paralel olarak hızlanması tesadüf değil. Suriye söz konusu olduğunda artık hiç kimse devletin yeniden inşa edilmesine dair niyetleri ciddiye almaz veya uluslararası pazarlıklar olmadan bunun mümkün olduğuna inanmaz oldu.
Dahası Joe Biden döneminde Washington’un benimsediği esnek diplomasiyi, Tahran’daki Mollalar rejimi ve Irak, Lübnan ve Yemen’de Devrim Muhafızları’na bağlı milisleri istedikleri gibi anladılar. Husiler Yemen toprakları içinde ve Suudi Arabistan’a yönelik saldırılarını tırmandırdılar. Hizbullah Lübnan’daki araçlarını, devletten geriye kalanları tamamen ele geçirmesini kamufle edecek bir kamuflaj hükümeti kurulması için hareket ettirmeyi sürdürüyor. Irak ve kendisine komşu Suriye bölgelerine gelince -hatta Lübnan'da - Tahran, istediği zaman ve gerektiğinde şapkadan DEAŞ tavşanlarını çıkarma oyununu oynamaya devam ediyor. Haşdi Şabi’nin önde gelen isimlerinin, yalnızca devlet yapısının meşru bir parçası olarak değil, aynı zamanda "Hristiyanların korunmasına" büyük katkı sağlayan olumlu bir güç olarak Papa Francis'e takdim edilmeleri ile bu, açıkça görüldü. Doğal olarak Papa’nın, Iraklı Hristiyanların yüzde 70 ila 80'inin 2003 yılından bu yana, yani İran’ın örgütleri ve mezhepçi milisleri aracılığıyla Irak’a el koymasından sonra, ülkeyi terk ettiklerini bilme fırsatı olmadı.
ABD merkezli prestijli Wall Street Journal gazetesi hafta içinde, son 2 buçuk yılda İsrail’in çoğu Suriye’ye İran petrolü taşıyan en az 12 İran petrol tankerini hedef aldığını belirtti. Gazete ayrıca, İsrail ile İran arasındaki bu gölge savaşına ABD’nin yeşil ışık yaktığını da öne sürdü. Nitekim İran, dünden bir önceki gün kendisine bağlı bir kargo gemisinin Akdeniz'de uğradığı saldırı sonucu hasar gördüğünü açıkladı. Bu gelişme, Umman Körfezi’nde iki hafta önce bir İsrail gemisinin saldırıya uğramasından sonra geldi. İsrail bu saldırıdan İran’ı sorumlu tutmuştu. Amerikan gazetesinin – ABD’li ve bölgesel yetkililere dayandırdığı- haberinde yer verdiğine göre, 2019 yılının sonundan itibaren İsrail, Kızıldeniz ve başka bölgelerde İran gemilerini veya Suriye’ye seyir halindeki İran kargo gemilerini hedef alan saldırılarda mayınlar dahil çeşitli silahlar kullandı. Bilindiği gibi son birkaç yıldır, İsrail’in Suriye içinde İranlı hedefleri, silah sevkiyatlarını, Suriye hava limanları ve üslerindeki silah ekipmanlarını hedef aldığı haberlerde defalarca dile getirildi.
Bu arada, bazı Körfez ülkelerinin de katılabileceği Washington ile Tahran arasındaki dolaylı temaslar ve arabuluculuklar hakkındaki fısıltıların ortasında, Husilerin askeri tırmandırmasına yönelik herhangi bir pratik önlem alınmamasına rağmen, Washington bunu kınadı ve ABD'nin Suudi Arabistan’ı destekleyeceği taahhüdünü yineledi.
Libya ile ilgili olarak, ilgili uluslararası tarafların bölünme ve parçalanmayı sona erdirmeye, milisleri ve paralı askerleri ülkeden çıkarmaya çalışacağını umdukları yeni Libya hükümetinin kurulmasından sonra, Türkiye'nin ikili ilişkilerde yeni bir sayfa açmak amacıyla Mısır'la koşulsuz diplomatik temaslara başladığını duyurması dikkat çekiciydi.
Mısır ve Türk tarafları bu gelişmeyi oldukça temkinli bir şekilde ele alıyorlar, ancak Mısır'da Müslüman Kardeşler iktidarının devrilmesinin ardından iki ülke arasında anlaşmazlığın patlak vermesi, Doğu Akdeniz'deki en büyük iki Sünni devlet arasında şiddetli kutuplaşmanın başlamasından bu yana biriken gerginlik ve hayal kırıklıklarının ışığında, bu temkinlilik haklı ve anlaşılabilir. Bu noktada, Mısır-Türkiye anlaşmazlığından en çok faydalanın da aynı bölgesel güç, yani İran olduğunu söylemeye gerek yok.
Evet, Tahran bu olanlardan çok yararlandı. Burada iki önemli bölgesel oyuncu arasındaki geçmiş ve gelecekteki yaraları deşmeye gerek yok, ancak Tahran’ın Kahire ile Ankara arasındaki kopukluktan Suriye üzerindeki kontrolünü sıkılaştırmak ve buradaki Arap boşluğunu doldurmak için tam anlamıyla faydalandığı da bir gerçek.
Türk liderliği stratejik dosyaları ele alırken partisel aidiyetlerin üstüne çıkmayı reddederek bir hata yaptı. Arap "komşularının" iç işlerine müdahale etme yanlışında bulundu.
Buna karşılık, Ankara'nın eski Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi'nin iktidarını destekleyen tutumundan yola çıkarak Kahire’de de, Suriye devriminin arkasında Türkiye'nin körüklediği bir Müslüman Kardeşler komplosunun var olduğu korkusu vardı. Oysa Suriye devrimi liderlerinin, aktivistlerinin ve şehitlerinin birçoğu, seküler, Hıristiyan veya örgütle hiçbir menfaati olmayan diğer dini gruplardan azınlıkların mensuplarıydı. Elbette sağduyulu bir gözlemci, iki ülke arasındaki şüphelerin ve endişelerin günler veya haftalar içinde yok olmasını beklemeyecektir, ancak iki ülkenin liderleri, bölgesel ve uluslararası olarak çevrelerindeki hızlı değişimlere ilk elden tanık oluyorlar. Yakın zamana kadar tartışılmaz olan sabitelerin yıkıldığını hissettiklerine şüphe yok.
Büyüklükleri ve etkileri ne olursa olsun tüm bölgesel ve uluslararası oyuncular, denklemleri, kavramları ve çıkarlarının tanımı değişen bir dünyanın varlığını fark etmeye başladılar. Yanılsamalar dağılır, hesaplar değişir, düşmanı ve dostu tanımlamak için yeni standartlara ihtiyaç duyulur. Dahi İngiliz başbakanı Winston Churchill'in dediği gibi politikalar "Kalıcı dostluklar ve kalıcı düşmanlıklar" değil, her zaman "çıkarlar" tarafından yönetilir.
Son olarak, tek kutupluluk ve özel ilişkilerin modası geçmiş gibi görünüyor. Her seçeneğin bir bedeli ve her ittifakın - taktik veya stratejik olsun – değeri ve sonuçları var. Avrupa'da, İngiltere büyüklüğünde bir ülkenin kıta ile ilişkisini yeniden tanımladığı görülüyor. Asya'da, Hindistan gibi devasa bir demokrasi çoğulculuk ruhunun aleyhine döndü ve hoşgörüsüz milliyetçilik kervanına katıldı. Avrupa'nın Rusya ve İran ile bağlantılı doğalgaz, petrol ve yatırım çıkarları, Washington ile koşulsuz stratejik dayanışma durumunu sarstı.
Tüm olasılıklara açık küresel bir sahne, güvenin azaldığı ve sabitelerin yıkıldığı bir iklimde, gerçekçilikten başka alternatif yok.