İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

İranlı Lübnan’a hoş geldiniz

Lübnan'ın çöküşüne ilk elden tanık olan aklı başında bir kişinin aklına iki soru gelmelidir.
İlk soru; Lübnan'ın durumuyla ilgili iki ana Batılı güç, yani ABD ve Fransa ülkeden geriye kalanları nihai olarak İran'a teslim etmeyi kabul mu ettiler? İkinci soru; eğer istenen buysa, Washington ile diğer üç büyük dünya gücü, yani Rusya, Çin ve Avrupa Birliği arasında yaşanan belirsizlik ve karmaşanın ortasında, bir bütün olarak Ortadoğu'da bölgesel ve uluslararası çıkarların sınırları nasıl çizilecek?
Hizbullah Genel Sekreteri ve Lübnan'ın fiili yöneticisi Hasan Nasrallah'ın dün yaptığı konuşma, işgal altında olduğunun artık inkar edilemeyeceği bir ülkedeki iç güç dengesi gerçeği hakkında hiçbir şüpheye yer bırakmadı. Bu konuşma bir dizi emir, yasak, ihanet suçlaması ve direktiften oluşuyordu. Üç başkandan, Genelkurmay Başkanı, Merkez Bankası Başkanı’na kadar yönetimdeki her yetkiliye, sokaklara ve yollara dağılmış protestoculara yöneltilmiş talimatlar, yolları kesenlere kendilerine karşı gerekenin yapılacağına dair tehditler içeriyordu.
Lübnan’ın Dini Lideri ve yöneticisi tartışmasız bir şekilde ve lafı dolaştırmadan bu taraflara tek tek seslenerek onlardan ne istediğini açıkça dile getirdi. Talimatlar listesini anayasa ve yönetimle ilgili mevcut anayasal kurumlar dışında başka önlemler alma tehditleriyle sonlandırdı. En basit talimatlarından biri, Nasrallah’ın başarısız Fransız girişiminin önerdiği ve hükümeti kurmakla görevli Başbakan Saad Hariri’nin bağlı kaldığı “teknokrat hükümet” fikrini reddetmesiydi. Nasrallah ayrıca Hariri’nin Hizbullah ve takipçisi Özgür Yurtsever Hareket’in (Cumhurbaşkanı Avn’a bağlı) istedikleri tekno-siyasi hükümeti kuramaması veya reddetmesi durumunda seçime kadar ülkeyi yönetecek geçici hükümetin rolünü aktifleştirme çağrısı da yaptı.
Tehditkar tonu ve açık sözlülüğüyle bu benzeri görülmemiş konuşma, Lübnan ve İran'la ilgili arka plandaki birçok gelişmeden sonra geldi. Bunlardan bazıları şunlardır:
- Üst düzey bir Hizbullah heyetinin Moskova'ya yaptığı birkaç günlük ziyaret ve bu ziyaretin  neredeyse İsrail'in en üst düzey askeri ve siyasi figürlerinden biri olan General Gabi Aşkenazi'nin (eski genelkurmay başkanı ve halihazırda Dışişleri Bakanı) Rusya'nın başkentindeki varlığıyla aynı zamana denk gelmesi.
-  İsrail ile İran arasındaki sessiz hava bombardımanları savaşını tamamlayan gizli bir "gemi savaşı" konusundaki artan haberler.
- İranlı askeri liderlerin Lübnan'ın "altyapısını yok etme" tehdidini tekrarlamaları ve Hizbullah'ın  Beyrut'taki yerleşim alanları ile Lübnan'ın diğer bölgelerinde bir füze cephaneliği inşa etmiş olduğu açıklamaları.
- Esed rejimi ordusu, Rus kuvvetleri ve İranlı milislerin yan yana olduğu tuhaf bir askeri cephe oluşturan güney Suriye cephesinin durumu konusundaki kargaşanın artması.
- Pek çok kişinin İran’a karşı daha az düşmanca bir politika benimseyeceğini tahmin ettiği Beyaz Saray'daki yeni Demokrat yönetim döneminin başlangıcında, Binyamin Netanyahu'nun siyasi kariyerinde ve İsrail sağı içindeki güç dengesinde bir dönüm noktası oluşturabilecek İsrail seçimleri. Nitekim yeni ABD yönetiminin İran’a karşı politikasının ilk işaretlerinden biri, Yemen’deki Husi grubunun adını terör örgütleri listesinden çıkarması oldu.
- Türkiye'nin İslamcı gruplara yönelik pozisyonunda bir kayma olduğuna dair işaretler ve Ankara’nın “Mısır ve Körfez İşbirliği Konseyi ülkeleri ile gergin ilişkilerin gelişmesini engelleyecek hiçbir şey yok” açıklaması.
- Son olarak da Irak'taki karışık siyasi durum. Nitekim Tahran’ın ne zaman ülke üzerindeki nüfuzunu ve kurumları üzerindeki hegemonyasını teyit etmesi gerekiyorsa, DEAŞ aktif hale geliyor. İran'ın kısa zamanda  kötü ekonomik durumuna rağmen  güvenlik şantajı ve yaptırımlar ile şokları soğurma oyunlarında ustalaştığını, büyük küresel oyuncular arasındaki karşıtlıklara oynamak için "uzun soluk" politikası ile yaşadığını söylemeye gerek yok. Tahran, Şii milis gruplarını harekete geçirdiğinde veya DEAŞ’ı derin uykusundan uyandırdığında bunu gizli olmaktan çıkan hesapları için yapıyor. Bu hesaplar; kendisine uygulanan yaptırımları hafifletmek, nükleer dosyayla ilgili müzakerelerin bölgedeki saldırgan ve yayılmacı emellerini durdurmasını şart koşmaması durumunda, bölgesel planlarını uygulamakta yeniden önünün açılmasıdır.
İran'ın nükleer dosyası ve Tahran ile ilişkilerle ilgili olarak şimdiye kadar aşikar olan şey, Batı Avrupa ülkelerinin İran rejimiyle anlayış ve iş birliği ilişkilerine geri dönmekten yana olduğudur. Fransa bu konuda ön saflarda yer alıyor.
Bu talihsiz gerçek, Paris’in Lübnan’da Hizbullah’ın rolüne yönelik tutumuyla kanıtlandı. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, inisiyatifini net maddelerle sunduğunda, Hizbullah temsilcileriyle de görüşmeye önem verdi. Ancak Fransız inisiyatifinin koşulları daha sonra  ilk bakışta dolaylı, daha sonra doğrudan engelleme karşısında zayıflamaya ve yok olmaya başladı. Son olarak, dün Nasrallah’ın konuşmasıyla da açıkça reddedildi.
Elbette, Macron'un inisiyatifini sunduğu zaman ile Hasan Nasrallah'ın bunu açıkça reddettiği zaman dilimi arasında önemli bir uluslararası değişiklik oldu. Bu değişiklik, Donald Trump'ın Beyaz Saray'dan ayrılması ve Washington'da, Avrupa'ya karşı daha dostane ve İran konusunda daha uzlaşıcı bir Demokrat yönetimin iktidara gelmesidir. Buradaki kastımız; ne Joe Bidenlı Washington’un ne de Macronlu Paris’in özellikle de İsrail belirli koşullar altında Lübnan'daki İran’a bağlı milislerle bir arada yaşamaktan memnunsa, bu milislere karşı siyasi olarak gördükleri bir savaş yürütmekte hevesli olmadıklarıdır. İşin gerçeği şu ki, İsrail ve özellikle İsrail sağı, radikal olduğunu iddia eden, karşı çıkma, direniş ve üzerinde uzlaşılan ateşkes sınırları dahilinde Filistin'in kurtuluşu nakaratlarını tekrarlayan güçlerle başa çıkmakta uzun ve verimli bir mirasa sahiptir. Golan (1974) güney Lübnan (2006) ve Gazze Şeridi'ndeki ateşkesler bunun delilidir.
Evet, Suriye rejimi Golan'daki işgalle onlarca yıldır barış içinde bir arada yaşayabildiyse, uzlaşma imkansız görünmüyor. Hizbullah’ın kendisi Lübnan'ın güneyinde 1701 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararına bağlı kaldı. Sadece iki yıl sonra İsrail ile savaş yerine kendini Beyrut'u işgal etmeye ve Cebel-i Lübnan’a saldırmaya, 2011'den bu yana da Suriye halkına karşı şiddetli bir savaş yürütmeye adadı.
Bu noktada, batıda Libya'dan doğuda Irak'a ve Yemen'e kadar bölgedeki durumu düzenlemek için yürütülen açık ve gizli temasların özünü çevreleyen belirsizliğin önümüzdeki birkaç hafta ve ay içinde önemli ölçüde açığa kavuşacağını iddia ediyorum. Ama en büyük değişikliğin bu bölgenin kalbine, yani sınır olarak İsrail ve Türkiye anlamına gelen, varlık ve nüfuz olarak İran’ı ilgilendiren Suriye ve Lübnan'a dokunacağını tahmin ediyorum.
Washington, Paris ve Tel Aviv'in Irak ve Suriye üzerinden Lübnan ve Akdeniz'e uzanan bir İran "koridoruna" izin vermesinin dahi kaçınılmaz olarak Suriye'nin bölünmesi, kısa sürede demografik olarak ortadan kalkabilecek bir Hristiyan vitrini altında Lübnan'ın İran'a teslim edilmesi üzerinde uzlaşıldığı anlamına geldiğini düşünmeye bilhassa meyilliyim.