Cemile Bayraktar
Gazeteci-Yazar
TT

Irak işgalinin yıl dönümünde ABD-DEAŞ ilişkileri

11 Eylül Terör Saldırıları, tüm dünya üzerinde etkisini gösterdiğinde, o anki atmosferle birlikte Afganistan ve Irak’ın işgal edilmesi çok az kişi, ülke ve grup tarafından yanlış bulunmuştu. Aslında çok sayıda insanın hayatını kaybetmesine neden olan menfur saldırı tek başına ele alınan bir olay değildi zira Soğuk Savaş’ın sona ermesinden itibaren ABD zaten “yeşil düşman” koduyla daha önce silahlandırdığı savaşçıları tehdit ilan etmeye başlamıştı. Tek taraflı olmayan bu gerilim hattının diğer tarafında da aklını kaybetmiş gibi davranan Saddam yönetimi duruyordu. Kuveyt’i işgal etmekte beis görmeyen Saddam, tabi aynı zamanda Kuveyt’i işgal edeceğinin sinyallerini verdiği halde ABD tarafından örtülü olarak destekleneceğini ya da kendisine müdahale edilmeyeceğini düşünen Saddam… Daha sonra Birinci Körfez Savaşı ile vurulacak olan Irak’ın, Irak işgali sırasında öldürülecek olan yöneticisi Saddam…
1980’lerde başlayıp, 2003’e kadar devam eden savaşlar Irak’ı ve bölgeyi cehenneme çevirirken, bundan daha kötüsü olamaz denilirken maalesef daha kötüsü oldu ve 2003’te Irak işgali başladı. Bugün bile, yani 18 yıl sonra hâlâ devam eden, Irak’ı bir daha ayağa kaldırmayacak hale getiren bu savaşlar silsilesinin en ağırı ve en uzun soluklu olanı 2003 işgaliydi.
Irak’ın ABD öncülüğündeki koalisyon tarafından vurulması sırasında ABD, tüm dünyada “küresel terör tehdidi” öyle bir feveran koparttı ki, bir işgal girişiminin “Irak’ı Özgürleştirme Operasyonu” olduğu yalanı öyle çok söylendi ki, Iraklı sivillerin katledilmesi, Iraklı kadınların ve çocukların tecavüze uğraması bile teferruat sayıldı. Ebu Gureyb gibi onlarca hapishanelerde suçlu olup olmadığı bilinmeyen insanlar işkencelerle sorgulandı, hapsedildi, öldürüldü ve hatta bugün bile sayısı bilinmeyen bu işkencehanelerde tutuklu olan, halen sorgulanmayı bekleyen insanlar var.
Irak işgalinin şüphesiz vahim sonuçlarından biri olan, OrtaDoğu’daki terör ve çatışmaları uzun soluklu ve çözümsüz hale getiren bir diğer sonuç daha ortaya çıktı: DEAŞ. DEAŞ’ın Arap Baharı, Suriye Savaşı gibi olaylarla ilgisi olsa da çok geriye gittiğinizde bu terör örgütünün Irak işgallerinin sonucu olarak ortaya çıktığı bilinen bir gerçek.
Bugüne geldiğimizde DEAŞ’ın başta Ortadoğu, hatta son dönem Afrika ve dünyanın geri kalanında terör eylemleri yaptığı biliniyor. Bununla birlikte Washington Post’un haberinden öğreniyoruz ki DEAŞ’ın şimdiki lideri, 2008’de ABD’ye muhbirlik yapan, işbirlikçi bir kişiymiş.
“ABD'li yetkililer, DEAŞ’ın şu anki lideri Ebu İbrahim el-Haşimi el-Kuraşi hakkında birçok belge ve gizli sorgu raporlarıyla ilgili ayrıntıları açıkladı.
The Washington Post gazetesinin haberine göre, söz konusu raporlar ABD güçlerine DEAŞ’lı savaşçılar ve el-Kureyşi hakkında birçok paha biçilmez ayrıntı sundu.
2008 yılında Irak kuvvetleri tarafından M060108-01 koduyla hapsedilen Kureyşi’nin özellikle o zamanlar ‘Irak İslam Devleti’ olarak bilinen örgüt içindeki rakiplerine dair bilgileri rapor ettiğini ve hapishane yönetimiyle iş birliğinde bulunan örnek bir mahkum olduğu belirtiliyor.
Kureyşi’nin aynı yıl birkaç gün süren sorgulaması sırasında örgütün medya kanadına ait gizli merkezin nasıl bulunacağına dair ön kapının renginden, karargahın kullanılacağı günün saatlerine kadar dakik ve gizli bilgiler verdiği söyleniyor.”
Şimdi biraz da ABD Harp Akademisi Terörle Mücadele Merkezinin “CTC Sentinel” adlı dergisinde DEAŞ’la ilgili yapılan çalışmaya bakalım. Bu çalışmada sadece üç dosya ele alınıyor ve konu DEAŞ’ın şimdiki lideri olan el-Kureyşi üzerine değil, DEAŞ’ın yeni lideri olduğu söylenen el-Mevla üzerine yapılmış. Geçen yıl, The Guardian'da DEAŞ’ın yeni liderinin örgütün kurucularından biri olan Emir Muhammed Abdul Rahman el Mevla el Selbi olduğu iddia edilmişti. CTC röportajında El-Mevla’nın ne kadar güvenilir olup olmadığı sorgulanıyor. Çünkü 2007-2008 arasında DEAŞ’ın özellikle “Irak’ta kök salmasına, doğrudan olmasa bile dolaylı olarak, etki eden bir diğer Amerikan uygulaması ise işgal güçleri tarafından kurulan ve idare edilen hapishanelerdir. 2007 yılında suçlu rehabilitasyon programının iyileştirilmesi amacıyla Irak’taki bütün gözaltı ve sorgulama programının başına getirilen Tümgeneral Doug Stone, Irak El-Kaidesi ve DEAŞ’ın ABD’nin yönetimindeki hapishaneleri sadece “cihatçı üniversiteler” olarak kullanmakla kalmadıklarını, yeni adamlar bulabilmek için de bizzat örgüt üyelerinin hapishanelere sızdıklarını belirterek bu durumu tüm çarpıcılığıyla gözler önüne sermiştir. Bu çerçevede Irak’taki gözaltı merkezlerinin cihatçıların sosyal ağ oluşturmanın ötesine geçtikleri yerler olduğu söylenebilir… Mahkumların bazılarının hapishanedeki bu ortamdan faydalanmak için kendilerini bilerek yakalattıkları ve hapishane kabulleri esnasında da özellikle içinde bir çok El-Kaide militanın yer aldığı belirli bloklara yerleştirme talebinde bulundukları ileri sürülmüştür. Bu ortam sayesinde teröristlerin Bucca’da son derece iyi organize oldukları ifade edilmektedir.” ABD’nin Irak işgali ve sonrasındaki hukuk, insan hakları ihlallerinin DEAŞ ve türevi örgütlere katılım noktasında psikolojik olarakDEAŞ'lıları radikal bir hale getirdiği söylenebilir ancak buradaki konu bundan daha önemli zira mesele yanlış giden başarısız bir işgalin vahim sonuçları yanında biraz da stratejik bir hamleymiş gibi görülüyor. Çünkü DEAŞ’ın kuluçka merkezi işlevi gören Bucca Kampı kapatıldığında buradaki mahkumların salındığı biliniyor. Bu mahkumlar Irak tarafından salınmış olsa da 11 Eylül’ü yakın zamanda yaşamış ABD’nin, Irak’tan çekilse bile bu denli büyük bir risk alacağını düşünmek tam anlamıyla saflık olur diye düşünmek mümkün. Tabi tüm bunlar olurken CTC halen terörle mücadele başlığı altında 2007-2008’deki mahkum raporlarına bakıp DEAŞ liderleri hakkında terörist profili çıkarmak gibi Hollywood senaryosundan aşırma çabalara girmeye devam edebilir, nasılsa gerçekten kopuş başladıktan sonra hayal gücünün sınırları yok.
Bugün DEAŞ’ın lideri olduğu söylenen el-Mevla ile ilgili yukarıda paylaştığım CTC röportajı 3 dosyayı kapsıyordu daha sonra 2008 yılında el-Mevla’nın tutuklu kaldığı süre boyunca tutulan raporların daha fazlası açıklandı. Raporların tamamının yayımlanmamasına rağmen mevcut raporlar Mevla hakkında gayet net bir biçimde ABD’ye muhbirlik yaptığını belirtiyor. Raporlar bu alanla ilgili olanlar tarafından birçok açıdan değerlendirilmiş ve değerlendiriliyor olsa da tüm dünyaya korku saldığı ve küresel güvenlik tehdidi olduğu sıkça dile getirilen DEAŞ’la ilgili olan bu “önemli” raporların neden bu kadar geç paylaşıldığı merak konusu…
Toparlayacak olursam, “DEAŞ’ı ABD kurdu” gibi sorun çözmeyen bir ezber ve komplo ile meseleye bakmıyorum. ABD’nin saldırganlığının, yanlış Orta Doğu politikalarının DEAŞ‘ın doğmasında etkili olması ile DEAŞ’ı kurması farklı şeyler. Bugün DEAŞ içinde aktif olan kişilerin ve hatta liderlerin Irak işgali sırasında ABD’ye muhbirlik yapmaları, bülbül gibi ötmeleri ABD’nin adamları oldukları anlamına da gelmiyor zira organize bir örgüt oluşturmayı planlayanların kendilerince önemli gördükleri hedeflere ulaşmak için pragmatik davranarak bazen tutuklanmaları, bazen ise muhbirlik yapmaları anlaşılabilir bir durum. Ancak belirtmeden de edemeyeceğim bu liderlerin birer muhbir olduğu bilgisi bu kadar geç paylaşılmasaydı ya da terör örgütü DEAŞ bir yandan kafa kesme görüntüleri, turuncu elbiseli fotoğraflar ve hepsi aynı marka araçtan oluşan konvoylar ile allanıp pullanıp “görsel savaş taktikleri” üzerinden PR’ı yapılmasaydı ve hatta örgütün kendi içinde çöküş yaşaması için bu muhbirler deşifre edilseydi, Suriye Savaşı bu kadar uzun sürer miydi? Ezidiler katledilir miydi? Daha sonra nerede karşımıza çıkacağını bilmediğimiz TIR’lar dolusu silah PYD-YPG ve onlara bağlı gruplara verilir miydi?
DEAŞ’ın her ne kadar tüm dünyayı tehdit ettiği söylense de DEAŞ’ın etkin olarak Ortaoğu ve Müslümanların yaşadığı coğrafyalarda tehdit olduğu bir gerçek. Ve burada DEAŞ’la mücadele bahanesiyle PYD-YPG silahlandırılıyor. Bu kadar silahlandırılan bir örgüt, Irak’ta Barzani yönetimine bağlı peşmergeye dahi saldırıyor. “Kürtlerin bir devleti olması gerek” şeklinde, masum bir girişimmiş gibi görünen hamleler, Kürtler arasında Irak Bölgesel Kürdistan Yönetimi gibi meşru yapılanmalar terörle ilişkili PYD-YPG ve türevi örgütler tarafından tehdide açık hale getiriliyor. Bu politikalar hayata geçirilirken DEAŞ’la mücadele bahanesi uzun zamandır her kilidi açabilen bir maymuncuk olarak kullanılıyor. Bitti mi, hayır… Aynı zamanda DEAŞ’ın Şii versiyonu Haşdi Şabi, Irak ordusu içinde meşru bir hale getirildi bile… Hatırlayalım; DEAŞ’a karşı peşmerge ile birlikte hareket eden PKK, Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi ve PKK arasında süregelen gerilimin azalmasını sağlamıştı. Dahası Haşdi Şabi ve PKK çatısı altındaki YPŞ arasında çatışmalar yaşanmıştı. Ancak bundan birkaç yıl sonra PKK, Kürt Yönetimine karşı bu kez Haşdi Şabi ile birlikte hareket etti. Diğer bir deyişle İran’la, Irak Kürdistan Yönetimi’ne karşı birlikte hareket etti.”
Tüm bunlar olurken, ki bunlar olur, daha önce de olmuştu; Yeşil Kuşak Projesi’yle ABD’nin Afgan savaşçıları önce Sovyetler’e karşı silahlandırıp, sonra terörist diyerek Afganistan’ı işgal etmesiyle, Irak’ı işgal edip sonra DEAŞ’la güya mücadele etmesi arasında çok fazla bir fark yok, bunu anlıyorum. Ama işte tüm bunlar olurken Batılı uzmanların, “Mindhunter” ilhamıyla DEAŞ üyelerinin profilini çıkartma gibi senaryolarla uğraşmasını, geri kalanların yani DEAŞ tarafından tehdit edilenlerin uyumasını, DEAŞ liderlerinin ABD muhbirliği yaptığının ortaya çıkmasının markete giren komodo ejderi kadar haber olmamasını anlayamıyorum.