Hüseyin Şubukşi
TT

Tarihin bir sonraki savaşı

Kimlik mücadelesi, gezegenimizde insanlığın varlığı kadar eski ve uzundur. Geçen hafta Mısır kraliyet mumyaları alayıyla ilgili haberlerin medyada yer almasıyla birlikte, Hristiyanlar arasında da Eski Ahit olarak bilinen Tevrat'a dair dar ve aşırı bir anlayışa dayanarak, Mısır'ın kadim tarihine ‘Yahudi damgası’ vurmaya çalışan birçok İsrailli ses de yükseldi. Bu, tarih, antropoloji ve arkeoloji bilimlerinin benimsediği bilindik yöntemlerle bilimsel laboratuarlardan elde edilen kanıtlarla bilimsel olarak desteklenmeyen bir anlatı. Bu nedenle söz konusu iddialar, tarihin bilimsel laboratuarının verileri ile eşleşmedikçe değer ve güvenilirlikten yoksundurlar.
Bu bağlamda, burada atıfta bulunulması önemli iki ilginç kitap var. Birincisi, Mısırlı araştırmacı Dr. Şerif Şaban’ın ‘Eski Mısır’ın Yahudileri’ adlı kitabı. Bu kitapta yazar, Tevrat’ta yer alan anlatıyı inkar etmiyor ama bunu küçümsenemeyecek diğer birçok tarihsel kaynaklardan biri olarak görüyor. Bu noktada yazar, daha da ileri giden ve sahada bu anlatıyı destekleyen, doğrulayan arkeolojik kanıt bulunmadığını düşündükleri için bu konudaki tarihsel anlatıyı tümüyle reddeden bazı İsrailli tarihçilerden farklı değil. Kitap, okuyucu için basit, tarihsel bir araştırmadan ziyade kültürel bir araştırma olmaya daha yakın bir üslupla yazılmış. Yazar, Mısır'da piramitlerin inşa edildiği dönem ile İbranilerin Mısır topraklarındaki varlığının başladığı dönem arasında büyük bir zaman ve tarihsel fark olduğunu söyleyerek, piramitlerin inşasında Yahudilerin önemli katılımı konusunda ısrar eden şüpheci Yahudilere çok zekice sorular yöneltiyor. Onlara Kitabı Mukaddes’in Mısır'dan Büyük Çıkış'tan sonra kuruluşuna atıfta bulunduğu tarihi İsrail Krallığı'nın neden piramit şeklinde yapılar içermediği gibi yerinde bir soru soruyor. Bu önemli bir gözlem, çünkü piramitler, eski Mısırlıların batı, doğu, kuzey ve güney olsun coğrafi yayılımlarının tüm konumlarında onlara eşlik eden yapısal bir özellikti. Dolayısıyla, tarihsel kanıtlar, tarihi İsrail topraklarında Süleyman Mabedi’ne ait hiçbir iz olmadığını kanıtladıkları gibi, hiçbir piramit türü yapı olmadığını da kanıtlıyorlar.
Bu durum, Yahudilerin Tevrat’a dayanan tarihsel anlatılarının arkeolojik tarihiyle ilgili araştırmacı önerme için yeni değil. Güçlü bir şekilde bilim ve onun argümanlarının tarafını tutan bir grup İsrailli tarihçi tarafından somut tarihsel kanıtlara sahip olmadığını ileri süren birçok ciddi İsrail önermesi var. Bu önermelerin en önemlisi onlar için temel ve varoluşsal bir soru etrafında dönüyor: "Tevrat’ta yer aldığı şekliyle Yahudi halkının dağıldığına ve belirtilen uzun yıllar boyunca Sina Yarımadası'nda kaybolmuş bir şekilde dolaştığına dair anlatıya, buna delalet eden tek bir arkeolojik iz bırakmadıkları için nasıl inanılabilir?”
Bu konuyla ilgili ikinci kitap da yakın bir zamanda yayınlandı. Tunuslu yazar İmad Debbur’un 500 sayfadan fazla olan bu kitabının başlığı, ‘Eski Yahudilik: Yahudi Dini Fikir ve Kavramlarının Evrimi, Modern ve Çağdaş Okumaları.’ Kitap, sunduğu temel bakış açısını şu şekilde özetliyor; Yahudi kaynakları ve yapısındaki bir araştırma bizi, antik tarihi yani, eski Mısır, Sümer ve Babil uygarlıklarını, Kartaca'nın kuruluşunu, Atina ve Roma demokrasisi ve genişlemelerini inceleme ve araştırmaya yönlendiriyor. Bunların hepsi ve başkaları, Yahudiliğin yaşadığı, karşılaştığı, doğduğu, etkilendiği ve etkilediği imparatorluklar, medeniyetler ve kültürler. Kitap, bakış açısı üzerinde durulmayı ve düşünülmeyi hak eden şu önemli cümle ile bitiyor; “Yahudilik tarihin babası değil, oğludur.”
Çağdaş zamanlarda kimlikler ve bunların tanımları hakkında yazan en önemli kişi, kitap, seminer, konferans ve röportajlarının çoğunda bu son derece önemli konuya değinen ve değinmeye devam eden Lübnanlı-Fransız büyük yazar Amin Maalouf'dur ve bu konuda dikkate değer bir yorumu var: "Kimlik birliği merakı, bize tarihi hedef alma ve ona ateş açma izni vermiyor. Araplar ve İsrail arasındaki askeri çatışmalar dursa bile, kültürel ve tarihi savaşlar resmi anlatının benimsediği rivayeti aktarma hakkına sahiptir. Her iki durumda da, iki anlatıdan hiçbiri, sahadaki kanıtlarla tarihsel anlatının varlığını kanıtlayan bilimsel laboratuar açıklamasından geçerek inanılırlık ve doğruluk kazanmadıkça, nesnel bir değere sahip olmayacaktır. Bugün, bilimsel olarak onaylanmış tarihi anlatı ile mitler arasındaki fark budur. Tarihsel anlatıyı kanıtlamak farklı bir zihniyet ve donanım gerektirir, çünkü temelinde bilime saygı ve alıcının zihnini küçümsememe vardır.”