Cemile Bayraktar
Gazeteci-Yazar
TT

Biden’ın Türkiye politikasının açmazları…

ABD’nin eskisi kadar olmasa da dünyadaki en önemli güçlerden biri olduğu bariz… ABD’nin gücü sadece ekonomiden yahut coğrafyadan kaynaklanmıyor, kültürel bir güç olmayı da becerebilmiş bir ülke… ABD aslında bir ticaret devleti, ticaret devleti olmasının getirisi olarak da dış politikasını ekonomik gücünü geliştirmek üzerine inşa ediyor. Bu nedenle örneğin, bazen bir yerde çatışma dursun, ABD’nin ihracatı devam etsin diye demokrasiyi destekleyebilir. Ama aynı zamanda silah ticaretine de devam edebilir. Bu ilişki içinde olduğu ülke ile ilişkileri doğrultusunda değil doğrudan çıkarları doğrultusunda şekillenen bir durumdur. Bazen yaptırımlarla bazen ise ciddi ekonomik desteklerle dış politikasını şekillendirir. Biden’ın 1915 Olayları için “soykırım” ifadesi kullanmasının arkasında da bu dış politika geleneğinin getirileri yatmaktadır. Yoksa Ermenileri düşünen, soykırım olmaması için uğraşan bir Biden olduğu için değil. Yani bu ifade insan hakları lehine bir yüzleşme hikayesi değil tamamıyla siyasi bir ifadedir.
Uluslararası ilişkilerle ilgili ilk öğretilen şey, uluslararası sitemin anarşik olduğudur, yani herkesi kapsayacak bir üst otorite yoktur, dolayısıyla güçlü olanın sözünün geçtiği bir ilişki türüdür. Aynı zamanda uluslararası ilişkiler disiplini ABD menşeli olduğu için disiplinin ABD çıkarları üzerinden şekillendiği de söylenir, el hak doğrudur. Bu tip ABD merkezli bir alan bugün Avrupa merkezli uluslararası ilişkiler çalışmaları içerisinde de oldukça eleştirilir. Uluslararası ilişkilerde birçok teori vardır, bu teorilerden realist yaklaşım için mesela ülkelerin en büyük amacı güç elde etmek olmalıdır. Ve hatta gücü elde etmek için kullanılan her yöntemin meşru olduğunu savunanlar bile vardır. Realist teorilere eleştiri getiren teoriler bu güç meselesini tartışmaya açar ve askeri güç, ekonomik güç gibi ayrımlar yaparak ülkelerin güç elde etmesi için yeni yöntemler belirlerler… mesela bu anlamda bazı teoriler gücün iş birliği ile sağlanacağını söylerken, bazıları askeri gücün önemine vurgu yapar.  Bu teorilerin ortaya çıktığı döneme dikkatlice bakacak olursanız aslında teoriler ile ABD politik çıkarları arasında bağlantı olduğunu görürsünüz. Bu nedenle ABD’nin, SSCB ile sürekli gerilim yaşadığı Soğuk Savaş sürecinde, tehditlerin yoğun olarak var olduğu dönemde ABD’yi askeri güç elde etmeye ve kendi uydu devletleriyle (NATO gibi yapılarla) iş birliği içinde davranmaya iten realist, neo-realist yöntemlerin savunulduğunu görürsünüz. Ancak Soğuk Savaş’ın bitmesi, küreselleşmenin ortaya çıkmasıyla birlikte küreselleşmenin önemine vurgu yapan teoriler tercih edilmeye başlamıştır.
ABD’nin iç siyasi yapısı da her ülkenin olduğu gibi dış politikasını etkilemekte, dış politikasından etkilenmektedir. ABD’nin kendine özgü iç siyasetinde senatörler üzerinden yapılan lobi faaliyetleri önemlidir. Bu nedenle ABD gibi büyük bir güçle girişilen ilişkiler, lobilerden tutun da, dış politikadaki pazarlıklar üzerinden yürümektedir. ABD’de bunun farkındadır ve ona göre davranır, Bush gibi çılgınların işgal politikaları gibi aşırılıklarını saymazsak ABD her büyük olayı, herhangi bir durumda pazarlık aracı olarak kullanabilmek için bekler ve duruma göre kullanır. Bu nedenle ABD-Türkiye ilişkilerinde siyasi bir amaçla kullanılan “soykırım” ifadesi, Reagan hariç, hiçbir ABD başkanı tarafından kullanılmamıştır. Zira kullanılmadığı dönemlerdeki ilişkiler, kullanıldığı döneme görece daha iyidir, bu dahi ifadenin siyasi amaçla kullanıldığının göstergesidir.
Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi, aslında Aralık 1948'de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabul edilmiş ve Ocak 1951'de yürürlüğe girmiştir. Sözleşmenin 2. maddesi, soykırımı şöyle tanımlamaktadır: “Soykırım; ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubun tümünün ya da bir bölümünün yok edilme niyetiyle öldürülmesi, bu gruba fiziki ya da ruhsal açıdan zarar verilmesi, fiziki varlığının tümüyle ya da kısmen sona erdirecek yaşam koşullarıyla yüz yüze bırakılması, grup içi çoğalmanın engellenmesi, grup üyesi çocukların başka bir gruba aktarılmasıdır.” Ve burada ayrıca bir kasıt olması gerektiği de belirtilmiştir. Sözleşme hukuki olarak 1951’de yürürlüğe girdiği için, bu tarihten önce yaşanan şiddet olaylarının soykırım suçu üzerinden değerlendirilmesinin hukuken mümkün olmadığı da belirtilmektedir.
Elbette bu hukuki tanım ve sözleşme, soykırım suçlarını engelleme amacı da taşımaktadır. Ancak gelin görün ki hukuki bir sözleşmeye göre değil de siyasi amaçlara hizmet eden bir tanımlama karşımıza çıkmaktadır. Biden’ın “soykırım” demesinin hukuki bir karşılığı yoktur, herhangi bir belgeye dayanarak konuşmadığı için ispatı delili yoktur ancak Türkiye’ye olumsuz etki etmesi bakımından zarar vericidir ve kabul etmek de mümkün değildir.
Trump’ın karıştırdığı ama kimseye karışmayacağını iddia ettiği başkanlık döneminin yorgunluğunu, küresel ekonomik krizi ve COVİD 19 salgınını devralan Biden, bir yandan eskisi kadar güçlü olmayan ABD’nin hala güçlü olduğunu ispatlamaya çalışırken diğer yandan bunu yapacak imkanlarının olmamasının sıkıntısı içerisinde ve kolay yoldan “ABD geri döndü” demek istiyor ve bunu az maliyetli bir hale getirmek için moral ve etik konular üzerinden bir politika belirlemeye çalışıyor.
Biden’ın rahatsız edici açıklamalarının olduğu metindeki kabul edilemez  “soykırım” ifadesini bir yana koyarsak dikkat çeken birkaç cümleden de bahsedebiliriz. Biden ipleri tamamıyla kopartmaktan yana değil zira bu ifadeyi kullanma amacının suçlama değil, bir daha yaşanmaması olduğunu söylüyor. Kullanma nedeni siyasi olsa da kötü ilişkiler arasında ufak bir açık kapı denilebilir. Diğer yandan, Türkiye Cumhuriyeti aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’nun varisi bir cumhuriyettir, “Biden, Türkiye demedi, Osmanlı” dedi sevinçlerine gerek yok zira iyi ya da kötü yönleri olmakla birlikte kimsenin kendi tarihini inkar etmesinin bir hayrının olmadığı tecrübeyle sabittir. Biden’ın İstanbul yerine Konstantinopolis demesi ise Türkiye’nin sinir uçlarına dokunan bir başka ifade…
Peki, ne oldu da bu noktaya gelindi?
Türkiye-ABD ilişkileri tarihine baktığınızda her ne kadar NATO üyeliği, müttefiklik ifadeleri kullanılsa da aynı zamanda çıkar çatışmasının, gerilimin hep var olduğu bir ilişki biçimini görmek mümkün ancak buna rağmen yine de Türkiye, ABD ilişkileri uluslararası ilişkiler bakımından iyi bir ilişki olarak ifade edilebilir. Elbette iniş çıkışlar ve devam eden sorunlar vardır, mesela ABD’nin Suriye’de YPG’ye bağlı güçleri desteklemesi, FETÖ lideri Gülen’i himaye etmesi gibi durumlar müttefikliğe sığmayacak durumlardır. Bununla birlikte Türkiye’nin Rusya ve Çin’le olan iyi ilişkileri, S-400 alması da Türkiye’nin ABD’ye karşı mesafesini göstermektedir. Ancak nihayetinde Türkiye, NATO üyesidir, Batı bloğunun bir parçasıdır. Her ne kadar geçmişte Türkiye’deki darbelerde ABD etkili olsa da, Türkiye’de darbe sonrası göreve gelenler ABD ve NATO ile ilişkilerinin devam edeceğini taahhüt etmiştir. Yakın siyasi tarihe bakacak olursak, ABD ile ilişkilerin AK Parti döneminde, en azından Suriye Savaşı’na kadar çok yakın bir şekilde sürdürüldüğü görülmektedir. İncirlik Üssü ABD’nin faaliyetleri için halen açık tutulmaktadır. Ancak soykırım ifadesi ipleri oldukça gerecek bir adım olmuştur.
Buraya nasıl gelindiği sorusu halen önemini koruyor, Türkiye’nin son dönemde güçlü olsalar da iş birliklerini katı bir biçimde sadece kendi çıkarları için kullanmakta bir beis görmeyen, emperyalizmin Avrasyalı versiyonu olan, otoriterlikleriyle mahir Rusya ve Çin ile olan yakın ilişkileri ABD’yi rahatsız etmektedir ancak Türkiye’yi F-35 yatırımlarından çıkaran ABD’nin, Türkiye’yi Avrasya bloğuna itmesi hiç mi hiç anlaşılabilir bir durum değildir.
Türkiye’nin içindeki ve dışındaki sorunlardan biri de liyakat sahibi kişiler yerine akademiden tutun da dış politika yapıcılarına kadar birçok alana ehliyeti eksik kişileri getirmesidir. Bu yanlış tercihlerin zararını birçok yerde görüyorduk şimdi ise ABD-Türkiye ilişkilerinde görüyoruz. Zira Türkiye, ABD için Ermenistan’dan çok daha önemli bir müttefik ancak gördüğümüz kadarıyla Ermenistan kadar lobi faaliyeti yürütememişiz, bu da bizim eksiğimiz.
Biden’ın önceki ABD Başkanı Trump’la olan ilişkiler de önemli… Türkiye’nin bir adım sonrasını çok düşünmeden Trump lehine aşırı bir söylem üretmesi de problemlere eklendi. Trump’ı sonuna kadar desteklemek yerine, tüm think tank’leri AK Parti’nin arka bahçesi haline getirmek yerine, alternatif politikalar için ehliyet sahibi kişilerden oluşan think tank’lerin faaliyetlerine imkan tanınsaydı daha sağlıklı olmaz mıydı?
Türkiye-ABD ilişkileri bugünlerde gergin ancak kopma noktasına geleceğini sanmıyorum. Türkiye nasıl ki, Suriye’de Rusya ile karşı karşıyaysa ancak bununla birlikte ilişkilerini devam ettiriyorsa, Çin’le ekonomik ilişkiler nedeniyle Doğu Türkistanlıların yaşadıkları olması gerektiği gibi eleştirilmiyorsa ABD ile ilişkiler de böyle… Keşke farklı olsaydı ancak hiçbir ülke tek başına kimseyle ilişkiye girmeden yeterli gücü elde edemiyor, bu nedenle gücümüz orantısında ve çıkarlarımızı da düşünerek aynı zamanda temel ilkelerimizi çiğnemeyecek şekilde Biden’ın bu yanlış siyasi söylemini tersine çevirmenin yollarını aramalıyız ve bu yollardan biri Türkiye’nin eksenini kaydırarak ülkeyi Avrasyacılığa bağlamak olmamalıdır. Aynı zamanda iç siyaseti konsolide etmek için dış politikaya zarar verilmemelidir, mevcut durumlara reel bakabilen politikalar üretilmelidir, farklı politikaları gündeme almalıdır. Tutup da her farklı fikri olanı “hain, melun, düşman” ilan etmeden, meselenin bugünün değil yarınını da düşünerek, “yerli ve milli” kalkanına sığınıp ülkenin değil de belli birkaç grubun çıkarlarını düşünerek dış politika yürütülmüyor. Bunu Biden’ın talihsiz açıklamasında tecrübe ettik, daha fazla kötü tecrübeye gerek var mı? 
Sonuç olarak…
Evet, hiç şüphe yok ki Biden’ın açıklamaları siyasi ve yanlış, 1915’in soykırım olduğunu iddia edebilecek kadar ileri gidenlerin Türkiye-Azerbaycan ilişkilerinden rahatsız olduğu da biliniyor ama aynı zamanda ABD, Ermenistan’ı Rusya’nın “yakın çevre politikasından” kendi tarafına çekmek istiyor ki bu da doğrudan Türkiye ile alakalı değil. Dahası hiçbir uluslararası ilişkide müttefik de olsak hiçbir ülke bizim çıkarlarımızı düşünmez, biz kendi çıkarlarımızı düşünmek zorundayız, duygusal çıkışlar ile Türkiye halkının gazını almak isteyenlerin ülkeyi ittiği nokta belli, bu nedenle mantığı ön plana  almak zorundayız. Emin olun bizler kadar hemen hemen herkes Bosna’da yaşananın soykırım olduğunu, Fransa’nın Cezayir’de yaptıklarının soykırım olduğunu, Ermenistan’ın Azerbaycan’da yaptığının katliam olduğunu, Amerikalıların Kızılderililerin soyunu tükettiğini, YPG’nin demografi ile oynayarak savaş suçu işlediğini, Budist çetelerin Müslümanlara karşı soykırım suçu işlediğini biliyor, keşke elimizde olsa da hepsi önlesek… Ancak tüm bunlar dururken üstelik siyasi amaçla bir asır önce yaşanan acılar kullanılıyor. “Asıl sen soykırım yaptın, ben değil” demek içimizden gelse de maalesef bunlar iş görmüyor. Çünkü konuştuğumuz alan Türkiye’deki tek sesli medyayı dinleyen Türkiye halkı değil, dünyaya konuşuyoruz ve dünyaya konuştuğumuz ortamda “yerli ve milli, hain” gibi ifadeler iş görmüyor. Bu nedenle ehliyete sahip, ileriyi görebilen, kendini değil ülkeyi, günü değil ömrü kurtarmaya yönelik politikalar üretebilecek kişilerin göreve getirilmesi gerekiyor, aksi durumdaki tercihlerin yaptıklarının faturasını ödemek istemiyorsak tabi…