İstemi Yılmaz
TT

Kıbrıs, 1915 ve bin yıllık sorunlar

Türkiye’nin dış politika gündeminde iki konu haftaya damgasını vurdu; ABD Başkanı Joe Biden’ın 1915 olaylarını ‘soykırım’ olarak nitelendirmesi ve Cenevre’deki 5+1 gayri resmi Kıbrıs müzakereleri. Türk diplomasisinin bu iki sınavının ortak bir özelliği var. O da “çözümsüzlük.
Aslında mazileri daha eski. Fakat gerek Kıbrıs’ın gerek 1915 olaylarının uluslararası arenada “olgu” haline gelmeleri 1960’lı yılların ortasına rastlıyor. Tehcirin akabinde Anadolu’dan dünyanın dört bir yanına dağılan Ermeniler, ulusal bir cemiyetten “diasporaya” dönüştüklerinde 1915’i dünyaya duyurmaya karar verdiler. Olayların 50’inci yılında yani 1965’te dünya devletlerinin yaşananları idrak edip soykırım olarak tanımasını hedeflediler. Bu uğurdaki mücadeleleri, zaman zaman dönemin devrimci ruhuyla birleşerek ASALA gibi terör örgütlerinin silahlı ve bombalı katliamlara kapı araladı. Neticede Türkiye düzenlediği operasyonlarla örgütü çökertmeyi başardı. Ancak terörün bittiği yerden Ermeni diasporasının soykırım söylemi yeniden doğdu.
Şiddeti engelleyen Türkiye, Sovyetler Birliği’nin çöküşü sonrası kendi bağımsız devletine kavuşan ve bu devletin tüm olanaklarını sırf bu iş için kullanan diasporanın çabalarına ket vuramadı. Küreselleşen dünyada artık “farklı güç odaklarından oluşan bir demokratik düzen” mevcuttu. Diaspora yıllarca nüfuz ettiği Batı toplumunun düzeninde kazandığı mevzileri en iyi şekilde değerlendirerek, çoğu 1915’in yüzüncü yılında (2015 senesi) olmak üzere, toplam 32 devletin “soykırımı tanımasını” sağladı.
Karşılığında Türkiye ne yaptı? “Arşivimiz açık, her ülkeden tarihçiler buyursun gelsinler” söyleminin ne kadar ilerisine gidebildi?
Türkiye sorunu o kadar ciddiye alınmadı ki ne yurt dışındaki Türk topluluğu bir diasporaya dönüştürülebildi ne de özel bir hukuk grubu kurularak Ankara’nın tezleri dünyaya duyurulabildi.
Kıbrıs meselesinin de farklı bir tarihsel arka planı yok. Uluslararası arenada 1958’e kadar İngiliz Milletler Topluluğu’nun bir parçası olarak görülen Ada, 1960’ta anayasaya kavuşarak Rum Cumhurbaşkanı ve Türk Cumhurbaşkanı Yardımcısıyla idare edilmeye başladı. Yetkinin Rum tarafının eline geçmesinden itibaren Türk köy ve mahallelerine yönelik katliamlar katlanarak artmaya başladı.
1970’lere gelindiğinde Yunanistan’ın desteklediği Rumların haksız olduğu bütün dünya tarafından biliniyordu. Rumlar Kıbrıs Türklerini katleden Ada’nın egemen nüfus topluluğuydu. Yunanistan ise askerler tarafından yönetiliyordu (Bu durum antikomünist histerisi nedeniyle ABD için sorun yaratmasa da Avrupa’nın Atina ile yapılan AET müzakerelerini dondurmasına neden oldu). Karşılığında Kıbrıs Türk toplumu mazlum, Türkiye ise NATO’nun sarsılmaz müttefiki olan demokratik bir ülkeydi. İbre, Türkiye’den yanaydı.
Türkiye’nin 1974’te Kıbrıs Barış Harekatı’nı düzenleyerek Ada’yı ikiye bölünce, dengeler tersine döndü. Yunanistan’da cunta devrilmiş, Atina demokrat Avrupa kulübüne adım atmıştı. Rum tarafı, Ada’daki Türk askerleri üzerinden yeni bir söylem geliştirdi. İki taraf da kendi devletlerini kurdu ama Rum Kesimi kendisini Ada’nın tamamının yönetimi olarak sundu. 1990’lı yıllardan itibaren ise Türkiye AB ile flört bahanesiyle “Kıbrıs iddiasından” geri adım atmaya başladı. Müzakereler uğruna Kıbrıs’ın AB’ye girmesine ses çıkarılmadı. Türk askeri varlığının azaltılmasını ve Kuzey’e Rumların yerleştirilmesini öngören Annan Planı’nın KKTC tarafında onaylanması sağlandı.
Sonuç? Rum Kesimi’nin Ada’nın tamamını temsilinin onaylanması ve AB Liderler Zirvesi’nde her oylamaya 2-0 geriden başlayan bir Türkiye...
Bugün geldiğimiz noktada ABD Başkanı Joe Biden, önceden Türkiye’ye haber vererek, tüm dünyaya soykırımı tanıdığını duyuruyor. Bu zamana kadar Türkiye’yi NATO müttefiki, Ermenistan’ı da Rus nüfuzu altında bir devlet olarak değerlendiren Washington bugün Ankara’nın mı yoksa Erivan’ın Moskova’ya daha yakın olduğu sorusuna yanıt vermekte güçlük çekiyor. Cenevre’deki müzakerelerde ise toprak vermeyi dahi kabul eden KKTC’nin iki eşit ve bağımsız devletli çözüm önerisi BM duvarına çarpıyor.
Nereden bakılsa bir başarısızlık söz konusu. Başarısızlığın öznesiyse her krizi öteleyen, bin yıllık sorunlarda “Biz Türkiye’yiz” böbürlenmesinin arkasına saklanan ve geleceği göremeyen Türk diplomasisinin ta kendisi.