Cemile Bayraktar
Gazeteci-Yazar
TT

Adalet arayışının çevre ve salgın çıkmazı

Kovid-19 virüsü salgını sadece Türkiye’yi değil tüm dünyayı allak bullak etti. Salgının ekonomiden, insan psikolojisine, eğitimden, çevreye (doğaya) kadar birçok alanda etkisi oldu ve olmaya da devam edecek zira henüz etkilerini tam olarak tecrübe edebilmiş değiliz.
Salgınla mücadelenin birçok yönü var, her ülke kendi imkanları ölçüsünde mücadele etmeye çalıştı başarıya ulaşılıp ulaşılmadığı sorusunun cevabı ise henüz net değil zira salgınla mücadele konusu da “iktidar yanlılığı ya da muhalefet yanlılığı” üzerinden ilerliyor. Ancak net görünen bir şey var ki o da ekonomik olarak etkilenen kesimlerin, salgınla mücadele konusunda çok haklı olarak adil bir mücadele yöntemi talep ediyor olması. Sevdiklerini virüs nedeniyle kaybedenlerin daha fazla önlem alınması taleplerinin maalesef uzunca bir süre cevap bulmaması, sadece devletin değil aynı zamanda halkın da yer yer önlem alma konusunda gevşek davranması, salgınla mücadeleye adalet konusunu da ekledi.
Türkiye henüz tam kapanmaya gitmeden önce yapılan parti kongrelerine, kalabalık cenaze törenlerine izin verilmesine rağmen açık havada hizmet verebilen işletmelere izin verilmedi. Tam kapanmaya gidildiğinde bu kez süpermarket zincirleri/büyük işletmelere izin verilirken küçük esnafa izin verilmedi. Turistleri denizde görüp denize giren bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşına ceza yazıldı, o sırada turistler denizde kulaç atmaya devam ediyordu. Bu ve bunun gibi daha birçok örnek verebilirim… Tabi günde 400 kişi virüs nedeniyle hayatını kaybederken apartman sakinlerinin birbirlerine iftara gitmesi, metrolardaki doluluk sonrası pek adil bulunmayan kararlara yönelik var olan eleştiriler daha da arttı.
Açıkçası tam kapanma kararını olumlu buluyorum zira bu illetle mücadele etmek için ya aşınız olması gerekiyor ya da teması minimum seviyeye indirmeniz gerekiyor. Maalesef en azından şimdilik aşı yeterli değil ve diğer seçeneği, teması azaltmayı devreye sokmak gerekiyor ancak burada da bir diğer adalet sorunu ortaya çıkıyor; ekonomik açıdan olumsuz etkilenen kesimlere yeterli maddi yardımın yapılması gerekiyor ancak bu konuda da yeterli bir yardımın olduğunu söylemek mümkün değil.
Evet, korona virüs en güçlü ekonomileri bile sarstı, en güçlü ülkeleri bile çaresiz bıraktı ama birçok ülkede yönetici elit de, seçkinler de sıradan vatandaşlar ile aynı yasaklara uydu, yani olumsuz etkilenme konusunda adil bir paylaşım imkanı oluşturabilenler oldu. Ancak Türkiye’de maalesef böyle olmadı, futbol maçlarından tutun da, kapanacak yerlere kadar birçok alanda bazılarına ayrıcalık tanındı. Virüs salgını konusunda başarısız olundu demiyorum ancak adaletsiz olundu ve bu da salgınla mücadeleyi sekteye uğratırken bir alanda daha adalet arayışının çıkmazlarını olumsuz şekilde tecrübe ettik. Korona virüs adaletsiz olabilir, gencecik insanlara kıyabilir ancak eksiği gediği olmasını makul bulabildiğimiz devletin, salgın konusunda adil davranmasını beklemek zorundayız çünkü bu kez adalet arayışı en temel noktadan can emniyetinden başlıyor.

Milli servet ve adalet…
Bir ülkenin, ülkemizin, en önemli değerlerinden biri de milli servetimizdir. Milli servetin içine birçok şeyi dahil edebiliriz ve bunlardan en önemlilerinden biri de doğa… yani yaylamız, deremiz, ağacımız, doğal güzelliklerimiz hepsi bizlerin milli servetidir. Bir ülkedeki, kuşun, yeni doğmuş bebeğin, 90 yaşına gelmiş insanın, gençlerin, hepimizindir. Hepimizin olması demek çevreyi de hepimizin koruması anlamına gelmektedir. Yani çevreyi temiz tutmak, doğayı korumak hem devletin hem de vatandaşın görevidir. Ayrıca bu milli servetler tek bir kişi ya da zümreye devredilemez, tüm ülkenin bunlarda hakkı vardır. Dolayısıyla adalet beklentisinin bir cüzünü de korunması gereken doğa oluşturmaktadır.
Rize’nin İkizdere ilçesi İşkencedere Vadisi’nde bir taş ocağı açılmak isteniyor ve buradaki yerel halk, doğayı olumsuz etkileyeceği için buna tepkili… Hem bireysel olarak yaşam alanlarının zarar görmesini istemiyorlar hem de ülkede herkesin hakkı olan milli servetin zarar görmesini istemiyorlar. Doğaya fazlaca değer veren biri olarak, tekrar yerine konulması mümkün olmayacak değerleri korumanın gerektiğine inanan biri olarak, bir Rizeli olarak Karadeniz’de sadece taşocaklarına değil imara açılan bölgelerdeki faaliyetlere de karşı olan biri olarak bu konuyu köşeme taşıma ihtiyacı hissediyorum. Doğa konusunda adalet beklentisi içinde olan binlerce Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı gibi…
Çevre konusundaki adalet beklentisinin doğaya zarar veren taşocakları, Kazdağları ile sınırlı olmadığını da maalesef duyuyoruz. Duyuyoruz ama inanmak istemiyoruz. Karşıma şöyle bir haber çıktı: Avrupa’nın çöpü Adana’ya neden ve nasıl geliyor? 
Habertürk gazetesinden Esra Boğazlıyan Alman Arte Televizyonu’nun Avrupa’nın çöplerinin Adana’ya geldiği haberini öğrenince konuyu gündemine almış ve araştırmış. Buna göre; “Adana’da çok sayıda geri dönüşüm tesisi bulunuyor. Bu tesisler de başta İngiltere, Almanya, İrlanda, İtalya olmak üzere birçok Avrupa ülkesinden plastik çöp ithal ediyor. Çöp ithalatı tabii ki sadece geri dönüşümü mümkün olan çöpler için yapılmalı. Ne var ki öyle olmuyor. İşte burada iddiaya göre devreye çöp tacirleri giriyor. Dönüşümü mümkün olmayan çöplerin de Avrupa’dan getirtilip yasadışı olarak doğaya terk edildiği, çoğunlukla da tarım arazilerine döküldüğü iddia ediliyor. Geri dönüşümü yapılan çöplerin de katı atık tesislerinde yok edilmesi gerekiyor. Fakat işlenmiş çöpler de doğaya bırakılıyor. Yasadışı olarak dökülen bu çöpler yok edilmek için yakıldığında da çevre felaketine kapı aralanıyor. Zira çöplerin dumanıyla tüm bölgeye zararlı maddeler, ağır metaller, dioksin gazı yayılıyor.”
Buyurun size ikinci türde bir doğa ve çevre felaketi… Eurostat raporlarına göre; AB tarafından ihraç edilen atıkların en büyük hedefi Türkiye.
Elbette çevreyi korumanın bir yönünü de geri dönüşüm oluşturuyor zira geri dönüşüm tüketimin verdiği zararı azaltmayı hedefliyor ancak bu noktada Türkiye’ye gelen atıkların geri dönüşüme kazandırılması yanında çevreye zarar verdiğine dair iddialar da var. Bu konuyu daha önce yine bu köşede Afrika üzerinden yazmıştım ve Türkiye’de de benzer bir durum olduğundan haberim yoktu, hatta birçoğumuzun da haberi yoktu. Ayrıca nedense fazla da haber olmamış. O halde, ülkesinin milli servetini, doğasını önemseyen biri olarak, önemseyenler adına bir soru yöneltelim: Avrupa’nın atıklarının ithal edildiği Türkiye’de bu faaliyetler ne kadar denetimli bir şekilde yürütülüyor? Bu soru, adalet arayışı içerisinde olan her vatandaş için şeffaf biçimde cevaplanmayı bekliyor…
Adalet beklentisinin doğa ve salgın yönü…
İnsan adil bir varlık değil ama adil olsun ya da olmasın adalet talep eden, en az suya muhtaç olduğu kadar adaletin ikame edilmesine muhtaç bir varlık. Bireysel özelliklerimizden tutun da ekonomik gelire kadar adaletin olduğu şartları talep ediyoruz, tekrar edeyim kendimiz adaletsizlikler yapsak dahi… Şüphesiz adalet talebi birçok alanda adaletsizliklere muhatap olundukça yükseliyor, hemen hemen her gün bir başka adaletsizliği konu edinebiliriz, dert edinebiliriz. Bugünün payına düşen ise virüs salgını ile mücadele konusundaki kapanma ve ülkemizin milli serveti olan doğanın korunması gereği… Bu ülkenin vatandaşları hangi inanca sahip olursa olsun, hangi siyasi görüşe sahip olursa olsun birçok alanda farklı saflara düşebilirler ancak buluşabildikleri belli bazı ortak noktalar var ve bu konuda adalet talep ediyorlar. Kapanma konusunda da, çevreyi koruma konusunda da adaleti sağlaması gerekenlerin işleri de kolay değil, yeryüzünde tümden adaleti ikame etmek de mümkün değil ama en azından 300 metrekare evlerinden, Boğaz manzaralı meskenlerinden, faturasını ödeyemediği için elektriği ya da suyu kesilen, işyerini kapatmak zorunda kalanlara, yukarıdan aşağıya doğru “evde kalın, kimse aç değil” gibi adaletsiz yorumlar yapanların dışındakileri de duysunlar. Adaleti sağlaması gerekenler, sermaye sahipleri için mücadele ettikleri kadar bir zahmet doğayı korumayı talep edenler, tam kapanmadan en az zararla çıkmak için adalet talep eden vatandaşların adalet talepleri için mücadele etsinler.