Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 10: ‘Humeyni ile tanışan ilk ve son Suriyeli yetkili bendim’

Merhum Devlet Başkanı Hafız Esed, İran Dini Lideri Ali Hamaney ve Eski İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani (Getty - AFP)
Merhum Devlet Başkanı Hafız Esed, İran Dini Lideri Ali Hamaney ve Eski İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani (Getty - AFP)
TT

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 10: ‘Humeyni ile tanışan ilk ve son Suriyeli yetkili bendim’

Merhum Devlet Başkanı Hafız Esed, İran Dini Lideri Ali Hamaney ve Eski İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani (Getty - AFP)
Merhum Devlet Başkanı Hafız Esed, İran Dini Lideri Ali Hamaney ve Eski İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani (Getty - AFP)

Suriye’nin eski Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın Şarku’l Avsat tarafından yayınlanan anılarının onuncu bölümünde Tahran’daki ‘devrim’ zaferinin hemen ardından Suriye ve İran arasındaki ilişkilerin ve İran’ın 1982 yılındaki İsrail işgalinden sonra ‘Devrim Muhafızları Ordusu’nu ve Lübnan’da ‘Hizbullah’ı kurmalarının ayrıntılarını anlatıyor.
Haddam, Lübnan'daki Yüksek İslam Şii Konseyi Başkanı Musa es-Sadr’ın, Şam ile ‘devrimin’ zaferinden sonra iktidarı ele geçiren Şah’a muhalefet eden birçok İranlı isim arasındaki ilişkilerin kurulmasında büyük rol oynadığını söylüyor. Bunlar arasında iki ülke arasındaki ilişkileri tesis etmek amacıyla “İmam” Humeyni ve üst düzey yetkilerle görüşmek üzere 1979 yılının Ağustos ayında Haddam’ı Tahran’a davet eden İbrahim Yezdi de vardı. 
Haddam, bu konuya ilişkin şu ifadeleri kullanıyor: “Ziyaretin üçüncü günü, Humeyni ile görüşmemde bana İbrahim Yezdi eşlik etti. Böylece Humeyni ile ‘bir araya gelen’ ilk ve tek Suriyeli yetkiliydim. Kısa ancak açık ve kararlı bir konuşma yaptı. Devrimin başarıya ulaştığını vurguladı. Benden Devlet Başkanı Hafız Esed’e teşekkürlerini, selamlarını ve Suriye ile güçlü ilişkilere önem verdiğini iletmemi istedi. Şam’a döndükten sonra ziyaret hakkında Esed ve parti yönetimine bilgi verdim. Benim görüşüm, rejimimizin doğası ile İran'daki rejimin doğası arasındaki çelişkiye rağmen, İran'daki yeni rejimle işbirliği için tüm koşulların mevcut olduğuydu.”
Eski Devlet Başkanı Yardımcısı, ‘Hizbullah’ın kuruluşu hakkında ise, “İran'ın Lübnan'a en etkili girişi, 1982 yılının Haziran ayı başlarında İsrail'in Lübnan topraklarını işgali sırasında gerçekleşti. O sırada İran liderliği bizimle yapılan bir anlaşmayla bir (Devrim Muhafızları) tugayını Suriye'ye gönderme kararı aldı. Nitekim, savaşın başlamasından birkaç gün sonra İran (Muhafız) Tugayı geldi. Büyük bir kısmı Hizbullah’ı kurmak ve İslami Direniş hareketini organize etmek, desteklemek ve bu konuda eğitim vermek üzere Lübnan'a, Baalbek-Hermel bölgesine yöneldi.”
Suriye ile İran'daki devrim liderliği arasındaki ilişkilerin ilk başlangıcı, bazı fraksiyonlarıyla iyi ilişkiler kurduğumuz Şah rejimine muhalif İranlılar aracılığıyla gerçekleşti. Lübnan'daki İslami Şii Yüksek Konseyi Başkanı Seyyid Musa el-Sadr, önde gelen liderleri arasında Mehdi Bazergan, Dr. İbrahim Yezdi, Sadık Tabatabai, Sadık Kutupzade ve Mustafa Çamran’ın bulunduğu “İran Özgürlük Hareketi” (Nehzati Azadi İran) aracılığıyla bu ilişkilerde ana rolü oynamıştı. Devrimin başarıyla sonuçlanmasından sonra Mehdi Bazergan İran'da başbakan oldu. Sadık Tabatabai Başbakan Yardımcısı olurken İbrahim Yezdi’ye Dışişleri Bakanı olma görevi verildi. Yezdi’nin istifasından sonra yerine Sadık Kutuzade geçti. Mustafa Çamran da Savunma Bakanı olarak atandı.
Humeyni önderliğindeki ‘devrimin’ başarısını, bölgenin Arap bölünmeleri ve İsrail saldırılarının baskısı altında kaldığı bir dönemde büyük bir mutluluk ve derin iyimserlikle karşıladık. Devlet Başkanı Hafız Esed, Humeyni’ye samimi bir tebrik mesajı gönderdi. Söz konusu mesajda Suriye'nin İran'la kapsamlı iş birliğine olan hassasiyetini vurguladı. Suriye halkının devrimin başarısından duyduğu memnuniyeti dile getirdi.
1979 yılını Ağustos ayında İran Dışişleri Bakanı İbrahim Yezdi’den bir davet aldım. 15 Ağustos'ta Tahran'a gittim ve orada Yezdi, Tabatabai ve bazı İranlı yetkililer tarafından karşılandım.
Akşam, geniş kültürünün yanı sıra, dini bağlılığı ve liberal bir zihnin birleşimine ek olarak siyasi bilinciyle de öne çıkan olan Tabatabai'yi kabul ettim. Musa es-Sadr’ın yeğeni olan Tabatabai, Suriye ile ilişkilere en çok önem veren liderlerden biriydi. Beni şaşırtan şey, oteldeki odamdayken televizyonu açtığımda zaman zaman tekrarlanan şu cümle beni şaşırttı. Cümle şöyleydi: “Çocuklarınıza Arapça öğretin.” Bu beni çok etkiledi.
Ertesi gün sabah saat 3 civarında bir arkadaşım odama girip beni uyandırıp Şeyh Muhammed Muntazeri'nin (Ayetullah Hüseyin Ali Muntazeri'nin oğlu) bir grupla benimle buluşmak istediğini bildirdi. Bir randevu talebinde bulunmaksızın gecenin o saatinde yapılan bu ziyareti garipsedim. Giyinirken görevliden onları resepsiyona götürmesini istedim.
Muntazeri, ‘devrime’ önem veren hevesli genç bir adamdı. Konuşmasına ‘Baas’ partisi ve ‘Baasçılar’a karşı yürütülen kampanyayla başladı. Irak'ın önde gelen ‘Baasçılarını’ suçladı. Sonra devrimin dünyayı değiştirecek hedeflerini açıklayarak sözlerine devam etti. Dinlemek zorundaydım. Çünkü onunla diyaloğa girmenin faydasız olduğunu anladım. Yaklaşık iki saat sonra sabah namazı kılmayı teklif etti. Birlikte namaz kıldıktan sonra gün doğumuyla birlikte yanımdan ayrıldı.
Saat 11 sularında Başbakan Mehdi Bazergan ile görüşmeye gittim. Dışişleri Bakanı Yezdi ve Başbakan Yardımcısı Tabatabai de görüşmede hazır bulundu. Bazergan, devrimin hedeflerinden ve onu desteklemeye yönelik halk mutabakatından söz etti. Kendinden emin bir şekilde hamasi söylemlerde bulunuyordu. Ardından Suriye - İran ilişkilerini ele aldı. İran'daki ‘devrim’ yönetiminin kardeş Suriye ile güçlü ilişkiler kurmaya çalışacağını vurguladı.
Söz aldım ve Suriye yönetimi adına devrimin başarısından ötürü tebriklerimi sundum. Ayrıca İran'ı bir aşamadan Arap-İran işbirliğinin entegre edileceği yeni bir aşamaya taşımadaki başarısına verdiğimiz büyük umutlardan da bahsettim. Bazergan bana Filistin davasına ilişkin vizyonlarını ve bu konuyu Müslümanların öncelikli davası olarak benimseme konusundaki kararlılıklarını ifade etti. Siyonist harekete ve İsrail'e direnmek, ABD emperyalizmi ve yabancı hırslarıyla yüzleşmek gibi ortak hedeflerden söz ettim ve görüşlerimiz tamamen aynı yönde idi.
Başbakan Sayın Bazergan, Yardımcısı Tabatabai, Dışişleri Bakanı İbrahim Yezdi, Mustafa Çamran, Hasan Habibi ve Sadık Kutupzade, Mehdi Bazergan’ın başkanlık ettiği İran Özgürlük Hareketi (Nehzati Azadi İran) mensubuydu. Musa es-Sadr ise bu siyasal hareketin ruhani babasıydı.
Yezdi ve Tabatabai de sohbete katıldılar. Herkes aynı fikirdeydi. Suriye ve İran’daki ‘devrim’ arasındaki ilişkilerin geliştirilmesinin önemine ve İsrail ve ABD emperyalizmine karşı bir iş birliği içinde olmaya odaklanıldı.
Sabah 8 sularında Yezdi ile görüşmek üzere Dışişleri Bakanlığı’na gittim. Toplantı salonuna girdiğimde çok sayıda bakanlık çalışanı ile karşılaştım ve bu durum karşısında şaşkınlığa düştüm.  Bölgedeki olayların gidişatında derin bir değişim olan İran'daki devrimin başarısından Suriye halkı ve Suriye'deki liderliğin memnun olduğunu dile getirdim. Ayrıca iki taraf arasındaki ortak hedeflere dikkat çektim.
Yezdi, devrim ve ana hedeflerinden bahsetti. Konuşmasında Filistin’in kurtuluşunu ve küresel kibirle mücadeleyi öne çıkardı. Devrim ile Suriye arasındaki iş birliğinin iki halk ve Müslümanlar açısından verimli sonuçlara sahip olacağını vurguladı.
İlişkileri geliştirmek, iki ülke arasında istişarelere devam etmek, her alanda iş birliği yapmak ve bizi ilgilendiren tüm konularda çaba ve pozisyonları koordine etmek konusunda anlaştık. Ertesi gün Kudüs Günü münasebetiyle Cuma namazını Tahran Üniversitesi’nde kıldım. Birkaç yüz bini aşan katılımcıların çokluğu, Kudüs ile ilgili sloganlar, ‘İsrail’e ölüm’ çağrıları açısından namaz da kutlama da oldukça dikkat çekiciydi.
Yüzbinlerce kişinin cemaatle namaz kılıp topluca Filistin ile ilgi dualar yapıp samimiyetle sloganlar attığını görmek harika bir manzaraydı. Bu vesileyle, genel olarak Filistin ve özel olarak Kudüs meselesine ilişkin tavrımızı ifade ettiğim bir konuşma yaptım. İran'daki devrim ve lideri İmam Humeyni'yi selamladım ve devrimin hedeflerine ulaşmasını diledim.
Ziyaretin üçüncü gününde İbrahim Yezdi, Humeyni ile görüşmem için bana Kum’da eşlik etti. Humeyni ile ilk ve son bir araya gelen Suriyeli ben oldum.
Öğle vakti Kum’a ulaştık. Devrim liderinin bir halk mahallesindeki mütevazı evine gittik.  Evin girişinde üzerinde yaşlı bir adamın oturduğu masalı küçük bir oda var. Onu selamladıktan sonra, iki buçuk metreden daha uzun olmayan ve benzer genişlikte ikinci küçük bir odaya girdik ve yerde normal bir halı vardı. Bizi karşılamak için ayağa kalktı. Adam yerde oturuyordu biz de oturduk. Konuşulanları Arapça dinleyip Farsça cevap verdi.
Selamlaştıktan sonra Suriye ve Devlet Başkanı Hafız Esed liderliği adına devrim başarısından dolayı tebriklerimi ilettim. Özellikle Siyonist düşmanlıkla mücadele ve devrimin başarısına bağladığımız büyük umutları dile getirdim. Devlet Başkanı Hafız Esed’in selamını ilettim. Ona Suriye halkının İran’la daha yakın ilişkilere önem verdiğini bildirdim. Siyonist düşmanlık ve ABD baskısıyla yüzleşirken devrimin başlatacağı muazzam gelişmeye değer verdiğimizi ifade ettim.
İmam Humeyni kısa ancak kararlı ve açık bir konuşma yaptı. Devrimin zulüm ve haksızlık karşısında zaferini halka dayanarak kazandığını vurguladı. Devrim’in ezilen ve mazlumlarla olacağını, Filistin halkının yanında duracağını ve uluslararası kibirli güçlerle mücadele edeceğinin altını çizdi. Müslümanların adaletsizlik, düşmanlık ve zulme galip geleceğini ifade etti. Benden Devlet Başkanı Esed’e teşekkürlerini, selamlarını ve Suriye ile güçlü ilişkilere verdiği önemi iletmemi istedi.
Görüşme sembolik olarak kısaydı. Ancak söylediği her cümle, bir araya geldiğim bu adam hakkında edindiğim bilgiler açısından çok önemliydi. Kendine güveniyordu, devriminin nihai zaferinden emindi.
Yeni sistem tam anlamıyla totaliter değildi. İçindeki totalitarizm, kararın ‘devrim’ lideri merkeziyetiydi. Demokratik bir sistem değildi ancak görüşlere katılmama hakkının varlığı demokrasiydi. Herkes devrimin hedefleri çerçevesinde özgürce konuşuyordu. Yorumlarda farklılık gösterse de tutumda birleşirler.
Şam’a döndükten sonra görüşmenin içeriği konusunda Devlet Başkanı Esed ve parti yönetimine bilgi verdim. Benim görüşüm, rejimimizin doğası ile İran'daki rejimin doğası arasındaki çelişkiye rağmen, İran'daki yeni rejimle iş birliği için tüm koşulların mevcut olduğuydu. Çünkü her aşamanın kendine özgü koşulları ve gereksinimleri vardır ve bir aşamada işe yarayan başka bir aşamada işe yaramayabilir.
Bu noktada, İsrail ile barış anlaşmasının imzalanması nedeniyle Suriye ve Mısır liderleri arasında derin anlaşmazlıklar vardı. Lübnan'daki gergin duruma ek olarak Suriye-Irak ilişkileri çok kötü durumdaydı, bir yandan Lübnan cephesi, diğer yandan Filistin Kurtuluş Örgütü ve üçüncüsü İsrail ile oldu.
Bu aşamada, Suriye politikasının gidişatını belirlemede büyük rol oynayan iki temel seçeneği değerlendirdik: Birincisi Sovyetler Birliği ile Dostluk ve İş birliği Antlaşması'nı imzalamak, ikinci seçenek ise İran ile ittifak kurmaktı. Sovyetlerle Dostluk Antlaşması imzalama seçeneği, Sovyet askeri ve siyasi desteğini sağladı. Bu, antlaşma kapsamındaki Sovyet yükümlülükleri nedeniyle Suriye'nin İsrail saldırılarına maruz kalma olasılığını sınırladı. İran Irak'la savaş halinde olmasına rağmen, İran'ın bizim için güçlü bir müttefik olduğuna büyük güven duyuyorduk ve bu ittifakta ulusal bir çıkar vardı (...)
İki ülke liderleri arasında ister Şam'da ister Tahran'da olsun, tüm durumları ve gelişmeleri tartışmak ve konumlarını belirlemek için aktif olarak toplantılar yapılıyordu.
Bu ittifakın kurulmasıyla birlikte Arap ülkelerindeki bazı partiler, Irak'la uzlaşması ve İran ile ilişkileri dondurması için Suriye'ye baskı yapmayı bırakmadı. Ancak bu baskılar, Devlet Başkanı Hafız Esed ile mevkidaşı Saddam Hüseyin arasında da dahil olmak üzere Suriyeli ve Iraklı yetkililer arasında gerçekleşen çok sayıda görüşmeye rağmen ciddi bir atılım gerçekleştirmeyi başaramadı.
Suriye tarafı, İran'la ittifaka bağlılık gösteriyordu. Çünkü bu ittifakın düşüşünün bir yandan kendi üzerindeki baskıyı artıracağını, diğer yandan da İran ile Arap ülkeleri arasındaki silahlı çatışma alanını genişleteceğinin farkındaydı. Bu da yabancı ülkeleri müdahaleye itecekti ve bu durum bizim için son derece tehlikeliydi (…)
Heyetler iki başkent arasında mekik dokuyordu.  Şam’da İran, Tahran’da Suriyeli bir heyetin ağırlanmadığı ay yoktu. Her toplantıda, çeşitli alanlardaki mevcut durum, ortak eylem araçları ve siyasi eylem hakkında derinlemesine tartışmalar yapıldı.
1980-1988 İran-Irak savaşı meselesi Suriye rejimi için büyük endişe yaratan bir mesele haline geldi. Arap-İsrail çatışması meselesi İran'da da ideolojik bir meseleye dönüştü. Savaş alanının genişlememesi ve Körfez ülkelerini kışkırtmamaya özen gösterme, zaman zaman ortaya çıkan endişe verici sorunlara rağmen, iki ülkenin politikalarında ortak bir paydaydı.
Askeri alanda, Suriye hükümeti, Sovyetler Birliği'ni Doğu Avrupa ülkelerine İran'a silah satma talimatı vermeye ikna ederek Tahran'a yardım etti. Nitekim bu, Suriye üzerinden yapıldı. Dolayısıyla sözleşmeler, Suriye adına imzalandı. İran, Lazkiye limanına ve oradan da uçakla Tahran'a tedarik edilen silahların ücretini ödüyordu. Silah sözleşmesini yapan ülkeler özellikle Bulgaristan ve Çekoslovakya idi. Suriye silahlarına gelince, Şam, Tahran'a Suriye ordusundan hiçbir şey göndermedi.
Devlet Başkanı Hafız Esed'i en çok endişelendiren rejim korkusuydu. O noktada korkusu, ulusal birlikle ilgili konular da dahil olmak üzere diğer sorunların önündeydi.
Bu korku, Hafız Esed’in aklına Lübnan’ın önemini getirdi. Lübnan, Suriye düşmanlarının kullandığı bir alan olabileceği gibi, rejimin düşmanlarına karşı kullanabileceği, rejimi ve politikalarını güçlendirebileceği bir alan da olabilirdi.
Aklındaki, Lübnan'ın Suriye'ye ilhak edilmesi veya Lübnan devletinin meşruiyetini tanımamak değildi daha ziyade Lübnan'ı elde tutma ve dış politikalarını yönlendirme ve İsrail’in, Suriye ve rejimine muhalif olanların Lübnan’ı kullanmalarının önünü tıkama meselesiydi.
Musa es-Sadr’a duyulan güven derindi. Kaybolmasının ardından bu güven, Hüseyin el-Hüseyin gibi Lübnan'da Suriye siyasetinin bayrağını taşıyan bazı liderler bulunmasına rağmen Şii Emel Hareketi lideri Nebih Berri’ye duyulmaya başlandı. 
Berri, mezhebinin en önde gelen siyasetçisi oldu. Tam bir şekilde siyasi ve askeri desteğe sahip oldu. Emel Hareketi, Suriye rejimine en yakın silahlı milislerden biri oldu. Ona, el-Murabitun Hareketi, İlerici Sosyalist Parti ve ardından Hizbullah ile çatışmalarında yardımcı olduk.
Emel hareketi Suriye siyaseti çerçevesinde iki önemli rol oynadı: İlki Lübnan Ordusu ve Lübnan Kuvvetleri ile mücadele ve 17 Mayıs Anlaşması'nın feshiydi. Oynadığı bu rol, Velid Canbolat’ın Chouf (Şuf) ve Aley bölgelerinde Lübnan Kuvvetleri’ne askeri baskı uygulamasına yardım etti. Bu durum da Lübnan Cumhurbaşkanı Emin Cemayel’in 17 Mayıs 1983 tarihli anlaşmanın feshedildiği bir düzenlemeyi kabul etmesini sağladı. İkinci rol ise güneydeydi. Emel Hareketi işgale direnmede önemli bir role sahipti.
İran'ın 1980'den önce Lübnan'da hiçbir etkisi, siyasi veya askeri varlığı yoktu. İran'ın varlığı sembolikti. Musa es-Sadr'ın emrinde çalışan bir grup İranlı muhalefet tarafından temsil ediliyordu. Aralarında İran'daki devrimin zaferinden sonra Savunma Bakanı olan Mustafa Çamran da vardı.
İran'ın Lübnan'a en etkili girişi, 1982 yılının Haziran ayı başlarında İsrail'in Lübnan topraklarını işgali sırasında gerçekleşti. O sırada İran yönetimi, bizimle yapılan bir anlaşmayla Suriye'ye bir ‘Devrim Muhafızları’ tugayını gönderme kararı aldı. Nitekim, savaşın başlamasından birkaç gün sonra İran ‘Muhafız’ tugayı geldi ve büyük bir kısmı Lübnan'a, Baalbek-Hermel bölgesine yöneldi.
İran’ın Lübnan’daki etkisi böyle başladı. Devrim Muhafızlarının görevleri arasında Hizbullah’ı kurmak, İslami Direniş sürecini organize etmek, desteklemek ve eğitmek vardı. İran'ın yaklaşımı partiyi Lübnan siyasi hayatına kaydırmak değil, direnişe yönelmek, genişletmek ve etkinliğini artırmak yönündeydi.
Güneydeki direniş Lübnanlı ve Filistinli olmak üzere farklı güçlerden oluşturuldu. Ancak işgalden sonra Emel Hareketi direnişin ana gücü oldu. Hizbullah’ın direniş arenasına girmesiyle parti, liderleri siyasi eylemlerle boğuşan Emel Hareketi aleyhine üye sayısını artırıyor ve genişletiyordu.
Hizbullah'ın doğu Bekaa bölgesini ele geçirebilmesi ve Emel hareketinin önde gelen unsurlarının Hizbullah'a katılmasıyla, parti Beyrut'un güney banliyölerine ve güneye doğru başka adımlar da attı. İran'ın desteği ve yardımı sayesinde Şii arenasında Emel Hareketi için büyük bir rekabet gücü haline geldi. Bu, hareket ile parti arasında şiddetli çatışmaya yol açtı. Bu çatışmalar, Suriye ve İran’da güçlü bir baskı uygulanana ve iki taraf arasında uzlaşma sağlanana kadar durmadı.
Uygulamada Suriye'nin tutumu ‘Emel’ Hareketi’ni destelemekti. Hafız Esed ‘Hizbullah’a tek başına destek verdi. Ordu Komutanlığı ve güvenlik servislerine Hizbullah’a yardım etme konusunda talimat verirdi. ‘Emel’ Hareketi ve ulusal partilerin gerilemesinden sonra partinin ana direniş gücü haline geldiğini düşünüyordu. Bu nedenle, İsrail'e direnme ve İsrail'i tüketme konusunda güvenilmesini gerekli görüyordu. Lübnan'daki Suriyeli subayların çoğu ‘Emel’i kendilerine yakın görüp ‘Hizbullah’ı İslamcı bir parti olduğundan desteklemedi. Onlar - yani Suriyeli subaylar - Suriye'de devlet ile Müslüman Kardeşler arasında meydana gelen kanlı olayların hala etkisi altındaydılar.
Hafız Esed, İran'ın etkisinden endişe duymuyordu. İran'ın Lübnan'da stratejisine hizmet etmek amacıyla askeri ve siyasi bir üs inşa ettiğini, bölgesel genişleme arzusu olduğunu düşünmüyordu. Irak rejimiyle mücadelede iş birliği yaptığımız bir müttefik olarak görüyordu.
Cumhurbaşkanı Hafız Esed'in hesaplamaları, İran'ın her koşulda Suriye müttefiki olmak zorunda olduğu ve İsrail'e düşman olduğu ve bir yandan Irak'la savaş nedeniyle diğer yandan ondan korktuğu için sınırdaki ülkelerle ilişkilerinin gergin olduğu şeklindeydi. İran'ın Lübnan'daki genişlemesinden endişe duymuyordu. Aklında hep bir yanda Saddam Hüseyin diğer yanda Lübnan vardı. İster İsrail’le mücadelede, ister çoğunluğu İran’a sadık hale gelen Şii cemaatine güvenmede olsun her iki konuda da İran müttefikti. İki ülke arasındaki ilişkiler ışığında Suriye'ye olan bağlılığı güçlenip azalıyordu.

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 1: ‘Esed, Irak muhalefetine sahte vaatlerde bulunmayı önerirken Hatemi bir Kürt devletine karşı uyarı yaptı’
Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 2: ‘Esed fikrini değiştirdi, Lahud’a verdiği süreyi uzattı. Suriye uluslararası iradeyle çarpıştı’
Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 3: ‘Hariri, Canbolat’ın teklifi üzerine bizimle bir araya geldi. Hafız Esed kendisini sınadı’
Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 4: ‘Güçlerimiz Hizbullah’ın kışlasına saldırdı’
Eski Suriye Dışişleri Bakanı Haddam’ın günlükleri 5: Bush, Avn’ın ‘engel’ olduğunu bildirdiği bir mektup gönderdi… Esed bunu isyanı sonlandırmak için bir ‘yeşil ışık’ olarak nitelendirdi
Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 6: Saddam ile Rafsancani arasında gizli barış mektuplaşmaları
Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 7… Rafsancani’den Saddam'a: ‘Arap milliyetçiliğinden bahsediyorsunuz ama Kuveyt’in işgal edilmesine karşı çıkmamızı eleştiriyorsunuz’
Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 8: Arafat Filistin, Lübnan ve Suriye’ye komplo kurdu
Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 9: Suudi Arabistan, İsrail-Suriye füze ​​krizinin çözümünde önemli rol oynadı

 


Kürt liderler Türkiye'yi Suriye'ye yönelik politikasını gözden geçirmeye çağırıyor

Halep'teki hareketlilik sırasında SDG mensupları (AFP)
Halep'teki hareketlilik sırasında SDG mensupları (AFP)
TT

Kürt liderler Türkiye'yi Suriye'ye yönelik politikasını gözden geçirmeye çağırıyor

Halep'teki hareketlilik sırasında SDG mensupları (AFP)
Halep'teki hareketlilik sırasında SDG mensupları (AFP)

Kürt liderler, Türkiye'nin Suriye'ye yönelik politikasını ve "Suriye Demokratik Güçleri"ne (SDG) karşı tekrarlanan askeri müdahale tehditlerini eleştirerek, Suriye Kürtlerinin ülkeyi bölmeyi amaçlamadığını vurguladı.

Bu durum, Suriye'deki Kürdistan İşçi Partisi'nin (PKK) bir kolu olarak kabul edilen Kürt Halk Koruma Birimleri (YPG) liderliğindeki SDG ile Şeyh Maksud ve Eşrefiye mahalleleri arasında son haftalarda yaşanan çatışmalarla gerilimin yeniden arttığı bir dönemde ortaya çıkıyor. Ayrıca, SDG'nin 10 Mart'ta Şam ile imzaladığı, Suriye ordusu ve devlet kurumlarına entegrasyonuyla ilgili anlaşmayı uygulamaya koyacağına dair hiçbir işaret de bulunmuyor.

PKK’nın önde gelen liderlerinden ve Kürdistan Topluluklar Birliği (KCK) Yürütme Kurulu üyesi Mustafa Karasu, "Türk devletinin Suriye'ye yaklaşımı yanlıştır. Türkiye Gazze'deki savaşa ve İsrail'in Lübnan ve Suriye'ye yönelik saldırılarına karşı çıkıyor, yani savaşa karşı ve barış istiyor, ancak aynı zamanda SDG entegrasyon anlaşmasını uygulamadığı takdirde Suriye'ye müdahale edeceğini söylüyor... Bu mantık nasıl makul olabilir?" dedi.

Suçlamalar ve uyarılar

Karasu, bugün Türk gazetelerinde de yer alan Kürt medya kuruluşlarına yaptığı açıklamalarda, Türkiye'nin tüm bölgelerde barış istediğini ancak Kürtlere karşı savaş istediğini belirterek, "Kürtler ve Şam hükümeti sorunlarını kendi aralarında görüşüp çözebilirler, çünkü bu iç meseledir ve Kürtler 'Suriye'yi bölelim' demiyor, böyle bir yaklaşım söz konusu değil" diye vurguladı.

PKK liderlerinden Mustafa Karasu (Türk medyası)PKK liderlerinden Mustafa Karasu (Türk medyası)

Türkiye'nin Suriye'ye yönelik, baskı ve tehdit yoluyla adımlarını dayatmaya dayalı politikasını değiştirmesi gerektiğini vurgulayan Karasu, şunları ekledi: “Mesele birden fazla gücün elinde. Evet, farklı güçler söz konusu. Sadece Türkiye ile sınırlı değil; diğer güçler de Suriye'de karışıklık çıkarıyor. Yapılabilecek en iyi şey Suriye'de istikrarı sağlamaktır, ancak istikrar, Şam ile Kuzey ve Doğu Suriye yönetimleri arasında çatışma ve anlaşmazlık çıkararak sağlanamaz.”

Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada, SDG'nin Suriye ordusuna entegrasyonu konusunda anlaşmaya varan Türkiye ve diğer tarafların sabrının tükendiğini belirterek, anlaşmanın uygulanması yönünde herhangi adım atıldığına dair bir işaret olmadığını vurguladı.

El-Şara, 22 Aralık'ta Şam'da Türk heyetiyle yaptığı görüşmede (Türkiye Savunma Bakanlığı - X)El-Şara, 22 Aralık'ta Şam'da Türk heyetiyle yaptığı görüşmede (Türkiye Savunma Bakanlığı - X)

Geçtiğimiz pazartesi günü Şam'da Suriye Dışişleri Bakanı Esad el-Şeybani ve Türk mevkidaşı Hakan Fidan'ın düzenlediği ortak basın toplantısında Ankara ve Şam, SDG'yi lideri Mazlum Abdi ile Cumhurbaşkanı Ahmed el-Şara arasında imzalanan anlaşmanın uygulanmasını geciktirmekle suçladı ve Suriye'nin birliğini ve istikrarını baltalamaya yönelik her türlü girişimi reddettiklerini yineledi.

Fidan, Savunma Bakanı Yaşar Güler ve İstihbarat Başkanı İbrahim Kalın'ın da aralarında bulunduğu bir Türk heyeti Şam'da El-Şara ile görüşmeler yaparken, SDG ateşkes anlaşmasını ihlal ederek Halep'in kuzeyindeki El-Şeyhan ve El-Layramun kavşaklarına yakın noktalara saldırdı. Bu saldırı, Şam ve Ankara'ya yönelik mesaj olarak değerlendirildi.

Halep'te Gerilim artıyor

Dün gece Halep'in kuzeyinde SDG ile Suriye hükümet güçlerine bağlı gruplar arasında çatışmalar yeniden başladı.

 Halep'in Şeyh Maksud mahallesindeki bir kontrol noktasında SDG unsurları (X)Halep'in Şeyh Maksud mahallesindeki bir kontrol noktasında SDG unsurları (X)

SDG'ye bağlı İç Güvenlik Kuvvetleri (Asayiş), hükümete bağlı grupların Şeyh Maksud ve Eşrefiye mahallelerine ağır makineli tüfek ve topçu ateşiyle şiddetli bir saldırı düzenlediğini, Şeyh Maksud kavşağı yakınlarındaki kontrol noktalarından birine iki RPG mermisi isabet ettirdiklerini ve bu saldırıya karşılık verdiklerini açıkladı.

Bu gerilim, SDG ile Şam arasında 10 Mart anlaşmasının uygulanmasına ilişkin müzakereler için bir tehdit oluşturuyor.

Suriye Dışişleri Bakanlığı'ndan bir kaynak, dün resmi haber ajansı SANA'ya verdiği demeçte, SDG liderliğinin entegrasyon ve Suriye'nin birliğiyle ilgili yaptığı açıklamaların pratik adımlara veya net zaman çizelgelerine dönüşmediğini, bu durumun anlaşmaya olan bağlılıklarının ciddiyeti konusunda soru işaretleri yarattığını söyledi.

10 Mart'ta SDG'nin Suriye ordusuna entegrasyonuna ilişkin anlaşmanın imzalanması sırasında El-Şara ve Abdi (EPA)10 Mart'ta SDG'nin Suriye ordusuna entegrasyonuna ilişkin anlaşmanın imzalanması sırasında El-Şara ve Abdi (EPA)

Kaynak, Suriye ordusu çerçevesi dışında, bağımsız liderliğe ve yabancı bağlantılara sahip silahlı grupların varlığının devam etmesinin ulusal egemenliği zayıflattığını ve istikrarı engellediğini vurguladı. Aynı durum, sınır geçişlerinin tek taraflı kontrolü ve bunların pazarlık kozu olarak kullanılması için de geçerlidir.

Geçtiğimiz hafta, Türkiye Savunma Bakanı Yaşar Güler, Türkiye'nin her türlü olasılığa hazır olduğunu belirterek, SDG’den anlaşmanın uygulanması için net bir yol haritası açıklamasını istemişti.

Türk müdahaleleri

Suriye'deki Kürt Demokratik Birlik Partisi başkanlık kurulu üyesi Salih Müslim, Şeyh Maksud ve Eşrefiye mahallelerini kuşatan hükümete bağlı grupların emirleri Şam'dan değil, doğrudan Türkiye'den aldığını belirtti.

Salih Müslim (Suriye Kürt Demokratik Birlik Partisi)Salih Müslim (Suriye Kürt Demokratik Birlik Partisi)

Müslim, Türkiye'nin bu gerilimle Suriye arenasını alevlendirmeyi ve SDG entegrasyon anlaşmasını engellemeyi amaçladığını, Türk politikasının ise "Suriye'deki Kürt ve demokratik iradeyi" kırmayı hedeflediğini iddia etti.

Şeyh Maksud ve Eşrefiye mahallelerinin Genel Konseyi ile Suriye hükümeti arasında 1 Nisan'da imzalanan anlaşmanın, Halep şehrinde birlikte yaşamı pekiştirmeyi ve sivil barışı teşvik etmeyi amaçladığını, iki mahallenin özel statüsünü teyit ettiğini ve Suriye hükümetindeki İçişleri Bakanlığına bağlı İç Güvenlik Güçlerinin (Asayiş) iki mahallenin korunmasından sorumlu olacağını belirtti; ancak "asi" silahlı kişilerin bu anlaşmayı tehlikeye attığını vurguladı.


Halep'te meydana gelen silahlı saldırıda Suriye "Savunma Güçleri" mensubu bir kişi öldürüldü

Geçtiğimiz hafta SDG'nin gerilimi azaltma konusunda anlaşmasının ardından Halep'te yürüyen insanlar, (Reuters).
Geçtiğimiz hafta SDG'nin gerilimi azaltma konusunda anlaşmasının ardından Halep'te yürüyen insanlar, (Reuters).
TT

Halep'te meydana gelen silahlı saldırıda Suriye "Savunma Güçleri" mensubu bir kişi öldürüldü

Geçtiğimiz hafta SDG'nin gerilimi azaltma konusunda anlaşmasının ardından Halep'te yürüyen insanlar, (Reuters).
Geçtiğimiz hafta SDG'nin gerilimi azaltma konusunda anlaşmasının ardından Halep'te yürüyen insanlar, (Reuters).

Suriye devlet televizyonu bugün, Halep'te kimliği belirsiz kişiler tarafından düzenlenen silahlı saldırıda Savunma Bakanlığı mensubunun öldürüldüğünü bildirdi.

Bu olay, Suriye Demokratik Güçleri'nin (SDG) Halep'in Şeyh Maksud ve Eşrefiye mahalleleri yakınlarındaki bir İçişleri Bakanlığı kontrol noktasına düzenlediği saldırıda Suriye İç Güvenlik Güçleri mensubunun yaralanmasından bir gün sonra gerçekleşti.

Halep vilayetindeki iç güvenlikten sorumlu Albay Muhammed Abdülgani, SDG tarafından anlaşmaların yeni bir ihlalinin gerçekleştiğini duyurdu. Şarku’l Avsat’ın Suriye TV internet sitesinden aktardığına göre saldırının Şeyh Maksud ve Eşrefiye bölgelerinde sivil hareketini düzenleme görevini yerine getiren kontrol noktası personelinin bulunduğu sırada meydana geldiğini ve personelden birinin yaralandığını vurguladı.

Abdulgani, ateşin kaynaklarının onaylanmış askeri kurallara göre etkisiz hale getirildiğini, yaralıya ilk yardım yapıldığını ve tedavi için hastaneye sevk edildiğini belirtti.

İç güvenlik başkanı, iki mahalledeki SDG güçlerine uyarıda bulunarak, ateşkesi ihlal etmeye ve güvenlik kontrol noktalarına saldırılarını sürdürmeleri durumunda "gerekli önlemlerle karşılanacaklarını" vurguladı ve bu ihlallerden kaynaklanacak herhangi bir gerilim veya sonuçtan tamamen sorumlu olduklarını belirtti.

Abdulgani, Suriye devletinin, ildeki güvenliği sağlama sorumlulukları çerçevesinde, sükuneti koruma ve sivilleri koruma çabalarına devam ettiğini teyit etti.


ABD'nin Ortadoğu'daki politikasını çeyrek yüzyıl boyunca böyle takip ettim

Andre Kojokara
Andre Kojokara
TT

ABD'nin Ortadoğu'daki politikasını çeyrek yüzyıl boyunca böyle takip ettim

Andre Kojokara
Andre Kojokara

Robert Ford

2000 yılında, Bill Clinton'ın başkanlığının ikinci dönemi sona eriyordu ve İsrail Başbakanı Ehud Barak ile Filistin Ulusal Otoritesi Başkanı Yaser Arafat arasında nihai bir anlaşma sağlamak için hummalı bir şekilde çalışıyordu. Clinton ekibi önceki yönetimler gibi, iki devletli çözümün İsrail ile Arap devletleri arasında kapsamlı bir anlaşmanın önünü açacağına ve bölgede kalıcı istikrarı sağlayacağına inanıyordu. Son Camp David zirvelerinde Clinton, haritalar ve sınırlarla ilgili ayrıntılara bizzat daldı, Kudüs'teki belirli mahalleleri ve sokakları inceledi, Barak ve Arafat arasında nihai bir anlaşma sağlamaya çalıştı. Daha sonra Clinton, başarısızlığın sorumluluğunu Arafat'a yükledi, ancak yardımcısı Robert Malley'nin yeni bir kitabı bu değerlendirmeyi sorguluyor.

Bill Clinton iki devletli çözüm için çabalıyor

Clinton, iki devletli çözüm için çabalarken aynı zamanda Saddam Hüseyin'e Irak'ın kitle imha silahları programına ilişkin BM soruşturmalarıyla iş birliği yapması için baskı yapıyordu. Birkaç füze saldırısı düzenledi ancak bölgeye yönelik herhangi bir ABD kara müdahalesinden kaçındı. Selefi Başkan baba George Bush gibi, Clinton da bir rejim değişikliğine veya Irak'ın iç siyasetine müdahale etmeye istekli değildi. Bunun yerine, Bağdat'ın iş birliği yapmasını sağlamak için füze saldırıları ve sert yaptırımları tercih etti. Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, Iraklı siviller, özellikle de çocuklar üzerindeki yıkıcı etkisine rağmen, Irak'a uygulanan yaptırımları savundu.

11 Eylül 2001 saldırılarının ardından Başkan oğul George Bush, Afganistan ve Irak'a karşı tam ölçekli bir işgal harekatı başlattı. İki devletli çözüm çalışmaları, terörle savaş lehine süresiz olarak ertelendi

Bu arada, Clinton ve Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, İran'a karşı uzun süredir devam eden Amerikan düşmanlığını sürdürdüler. Bu düşmanlık, İran'ın Hizbullah ve Filistinli muhalif fraksiyonlara verdiği destek ile Tahran'ın kitle imha silahları programlarına olan ilgisine dair endişelerden kaynaklanıyordu. Bu nedenle Clinton, 1995 yılında İran ile Amerikan petrol şirketi Conoco arasında imzalanması planlanan 1 milyar dolarlık anlaşmayı engelledi; dönemin İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani bu anlaşmanın ikili ilişkileri geliştireceğini umuyordu. Bunun yerine, Clinton yönetimi hem Irak hem de İran'a karşı “çift yönlü çevreleme” politikası kapsamında İran'a yönelik yaptırımları sıkılaştırdı.

ABD Başkanı Bill Clinton, Camp David'de İsrail Başbakanı Ehud Barak ve Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat arasındaki barış görüşmelerinde arabuluculuk yapıyor, 11 Temmuz 2000 (Reuters)ABD Başkanı Bill Clinton, Camp David'de İsrail Başbakanı Ehud Barak ve Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat arasındaki barış görüşmelerinde arabuluculuk yapıyor, 11 Temmuz 2000 (Reuters)

Clinton, bölge ülkelerinde siyasi reformu desteklemekle ilgilenmiyordu. Nitekim 1994-1997 yılları arasında Cezayir'deki ABD Büyükelçiliği'nde çalışırken, teröristlerin ve güvenlik güçlerinin katliamlar işlediği dehşetli iç savaşın ortasında, Washington'daki hiçbir üst düzey yetkili Cezayirli yetkililerle temaslarında hükümetin suistimalleri konusunu gündeme getirmedi. Aynı durum Saddam Hüseyin'in Irakı gibi baskıcı rejimler için de geçerliydi. Daha sonra, ABD Başkan Yardımcısı Al Gore ile Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek arasındaki özel ikili girişimi yöneten Amerikan ekibinin bir parçası olduğumda da ABD’nin odak noktası insan hakları değil, Mısır ekonomisinin liberalleştirilmesiydi. Washington'daki hakim görüş, bölgede kapsamlı bir barışın, sivil ve insan haklarına saygıdan ziyade ekonomik büyümeye bağlı olduğu ve bunun istenen istikrarı sağlayacağı yönündeydi.

11 Eylül her şeyi değiştiriyor

11 Eylül 2001'de yaklaşık 3 bin kişinin ölümüne yol açan terör saldırılarından sonra, Başkan George W. Bush Afganistan ve Irak'a karşı tam ölçekli bir işgal harekatı başlattı. İki devletli çözüm çalışmaları, terörle savaş lehine süresiz olarak ertelendi. Beyaz Saray'ın Saddam Hüseyin'in el-Kaide ile ilişkisine dair güçlü bir kanıtı olmamasına rağmen, Saddam'ın bir gün el-Kaide ile iş birliği yapabileceği gerekçesiyle işgali haklı çıkarması dikkat çekicidir. Ortadoğu konusunda uzman iki kıdemli Amerikalı diplomat, William Burns ve Ryan Crocker, Dışişleri Bakanı Colin Powell'ı Irak'ı işgal etmenin tehlikeleri konusunda ikna etmeyi başardılar, ancak Powell Bush'u ikna edemedi. Bush'un Amerikan askeri üstünlüğü sayesinde Irak ve Afganistan'da beklediği hızlı zafer ise bir yanılsamaydı.

Arap Baharı'nın başlangıcında Obama, askeri müdahalede bulunma niyeti olmamasına rağmen, Oval Ofis'ten gösterileri alenen güçlü bir şekilde destekledi

Daha geniş bir bölgesel ölçekte, Bush yönetimi, baskıcı ve yolsuz hükümetlere karşı Arap sokaklarına hakim olan hayal kırıklığını terörün kaynağı olarak görüyordu. Clinton yönetiminin yaklaşımından önemli bir sapmayla Bush yönetimi, uzun süredir müttefik olanlar da dahil olmak üzere birçok hükümet üzerinde siyasi baskıyı yoğunlaştırdı. 2005 yılında, Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'in Kahire'de bir insan hakları konferansına ev sahipliği yapmayı reddetmesi ve siyasi muhalif Eyman Nur'u tutuklamasının ardından Mısır ziyaretini iptal etti. 2002 yılında Beyaz Saray, Dışişleri Bakanlığı Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bürosu bünyesinde Ortadoğu Ortaklık Girişimi'ni başlattı ve bölgede insan haklarını teşvik etme amacıyla başına Cumhuriyetçi Parti’ye sadık bir kişiyi atadı.

 ABD 2. Tabur askerleri, Bağdat'ta devriye gezmeden önce üstlerinden direktif alıyor, 14 Ağustos 2007 (Reuters)ABD 2. Tabur askerleri, Bağdat'ta devriye gezmeden önce üstlerinden direktif alıyor, 14 Ağustos 2007 (Reuters)

2006 yılında büyükelçi olarak Cezayir'e döndüğümde, Washington ilk görevimden farklı olarak, Cezayirli yetkililerle temaslarında insan hakları ve sivil özgürlükler konularını gündeme getirmeye hazırdı. Bu girişim ayrıca, bağımsız gazeteler gibi Cezayir sivil toplum üyelerine işletme yönetimi ve örgütlenme konusunda eğitim verilmesini de sağladı. Ardından, 2008'de Bağdat'taki ABD Büyükelçiliğine döndüğümde, Irak'ta insan haklarını ve sivil toplumu teşvik etmeye yönelik yıllık bütçemiz 70 milyon dolara ulaşmıştı ve bu şaşırtıcı bir rakamdı. Ama ne yazık ki, bu paranın büyük bir kısmı bu konuda asla ciddi olmayan gruplara harcandı.

Obama, Bush'un politikasını değiştirdi

Barack Obama, Beyaz Saray’a girdiğinde Ortadoğu'daki savaşları sona erdirmeye kararlıydı. Bölgenin, ABD'nin yeniden şekillendiremeyeceği bölünmüş toplumlardan ibaret olduğu inancıyla hareket etti. Selefi Demokrat Başkan Bill Clinton'ın aksine, Obama İsrail-Filistin çatışmasını çözmekle pek ilgilenmedi. 2013 yılında ikinci Dışişleri Bakanı John Kerry'nin başlattığı girişime hiçbir destek sunmadı.

 Eski ABD Başkanı Barack Obama, Florida, 26 Haziran 2012 (Reuters) ABD Eski Başkanı Barack Obama, Florida, 26 Haziran 2012 (Reuters)

Buna karşılık, Obama ve ilk Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, bölgedeki zayıf yönetimi doğrudan istikrarsızlıkla ilişkilendirdiler. 12 Ocak 2011'de Clinton, Tunus Cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali'nin ülkeyi terk etmesinden bir gün sonra ve Mısır ordusunun Kahire’deki ayaklanma sırasında Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'i devirmesinden bir ay önce, Doha'da hükümet yolsuzluğunu ve baskısını eleştiren sert bir konuşma yaptı. Arap Baharı'nın başlangıcında Obama, askeri müdahalede bulunma niyeti olmamasına rağmen, Oval Ofis'ten gösterileri alenen güçlü bir şekilde destekledi. Yıllar sonra, Oval Ofis'te onunla, bir ABD başkanının askeri müdahale niyeti olmamasına rağmen bir liderin istifa etmesini kamuoyu önünde talep etmesinin ne kadar akıllıca olduğu konusunu tartışmış, istifası istenen liderin böyle bir talebi görmezden gelmesinin başkanı nasıl zayıf göstereceğini ve iç muhalefete sahte bir umut vereceğini söylemiştim. Ancak Obama, bir ABD başkanının müdahale sözü vermeden insan haklarına saygı gösterilmesini kamuoyu önünde talep etmesi gerektiğinde ısrar etti. Ocak 2011'de Mübarek'ten istifa etmesini istemişti, ancak onu deviren Washington değil, Mısır sokağı ve Mısır ordusuydu.

Trump, küçük ABD özel operasyon güçlerine güvenmeyi tercih ediyor, ancak Ortadoğu'da başka bir büyük ölçekli kara savaşına girmekten kaçınıyor

Arap Baharı Libya'ya uzandığında, Obama Mart 2011'de Muammer Kaddafi'ye karşı uluslararası müdahaleyi destekleyen bir lojistik ve istihbari rol oynamayı isteksizce kabul etti. Obama yönetimi yetkililerinden biri, ABD'nin Avrupalıları ve Arap müttefiklerini perde arkasından yönlendirdiğini söyledi. Hillary Clinton da 2012'de bana, askeri uzmanların Libya ordusunun birkaç hafta içinde çökeceğini tahmin ettiğini, ancak Kaddafi'nin isyancılar tarafından öldürülmesine kadar yedi ay süren bir mücadele yaşandığını söylemişti. Libya’da durumun yanlış yorumlanması, Irak Savaşı'nın anıları ve Beşşar Esed'e karşı herhangi bir müdahaleye yönelik iç siyasi desteğin yokluğu, Obama'yı 2013'te Esed'in kimyasal silah kullanımına karşı çizdiği kırmızı çizgiyi savunmaktan kaçınmaya yöneltti.

Sınırın İsrail tarafından görüldüğü gibi, Kuzey Gazze üzerinde gün batımı, 28 Temmuz 2025 (Reuters)Sınırın İsrail tarafından görüldüğü gibi, Kuzey Gazze üzerinde gün batımı, 28 Temmuz 2025 (Reuters)

Obama, sadece DEAŞ’a karşı güçlü bir şekilde müdahale etme konusunda istekli görünüyordu. Ancak yanlış yönlendirilmiş bir Amerikan politikasının örgüte ilk aşamalarında yardımcı olduğunu hatırlamakta fayda var. Başkan Yardımcısı Joe Biden, 2010 seçimlerinden sonra Washington'un Irak Başbakanı Nuri el-Maliki'yi yeni bir dönem için güçlü bir şekilde desteklemesi gerektiğine karar verdi, çünkü Biden ve danışmanları, yalnızca Maliki'nin hızlı bir şekilde hükümeti kurabileceğine, istikrarı sağlayabileceğine ve Irak'taki Amerikan güçlerinin geleceği hakkında Washington ile müzakerelere olanak tanıyabileceğine inanıyordu. Ancak Maliki'nin Irak'taki Sünni topluluklara yönelik yenilenen baskısı, DEAŞ'ın üye kazanmasına ve 2013 ve 2014 yılları arasında batı Irak ve doğu Suriye'yi ele geçirmesine yardımcı oldu. 2014 ve 2016 yılları arasındaki Paris ve Brüksel saldırıları, Washington ve Avrupa başkentlerinde endişeyi artırdı. Libya'nın aksine, Obama, DEAŞ'a karşı uluslararası bir koalisyonu ön saflardan yönetmeye hazırdı.

Clinton'ın Doha konuşmasından ve Washington'un Libya'daki “arka plandan liderlik etme” yaklaşımından dört yıl sonra, Obama otoriter rejimlerle iş birliğine daha meyilli hale geldi ve Washington'dan gelen ciddi reform talepleri sona erdi. Yine de Obama, bu savaşta büyük kara birliklerini kullanma konusunda tereddüt ediyordu. Bu sebeple bu birlikler yerine, Amerikalılar Suriye'de Kürt liderliğinde kurulan bir milis gücüne ve Irak'taki Şii milislerle dolaylı koordinasyona güvendiler. Bu iş birliği, her iki ülkede de daha sonraki siyasi ve güvenlik sorunlarının doğrudan sebebi oldu.

Trump'ın politikası, Clinton'ın yaklaşımını yeniden şekillendiriyor

Trump, küçük ABD özel operasyon güçlerine güvenmeyi tercih ediyor, ancak Ortadoğu'da başka bir büyük ölçekli kara savaşına girmekten kaçınıyor. Bu konuda Clinton, Obama ve Biden'a benziyor. Haziran ayında İran nükleer hedeflerine yönelik saldırıları güçlü ve hızlıydı ve hemen ardından müzakerelere geri dönmeye hazır olduğunu açıkladı. Trump, askeri güç dengesi zayıf bir devlet aleyhine olduğunda, anlaşmayı güvence altına almak için önemli tavizler vermek zorunda kalacağına inanıyor. Bu algı, Ukrayna'nın yanı sıra nükleer mesele konusunda İran için de geçerli. Ancak Trump'ın kavrayamadığı şey, daha zayıf tarafın dış destek arayışıyla veya rakiplerinin zayıflaması umuduyla beklemeyi tercih edebileceğidir. İran rejimi devrilmedikçe, Trump ne İran ile nükleer bir anlaşma imzalayacak ne de çok istediği Nobel Ödülü'nü kazanacaktır.

Trump yönetimi altında Washington, İsrail ve Filistinliler arasında bir barış anlaşmasına varma çabalarına yeniden başladı, ancak bu çabalar Gazze ile sınırlı kaldı. İki devletli çözüme inandığına dair hiçbir işaret yok

Aynı zamanda Trump, özellikle Körfez ülkeleri başta olmak üzere, bölgedeki ülkelerle ticaret anlaşmaları yapmaya büyük bir gayret gösteriyor. Kendi girişimleri ve ortak ticari çıkarlar vizyonu, kalkınmaya odaklanan Gore-Mübarek Girişimi gibi ekonomik programların yerini aldı.

Ticari kazançlara odaklanma, küresel ölçekte insan haklarına yönelik sözlü desteği bile bir kenara itti. 2019'da Trump, Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah es-Sisi'yi en sevdiği cumhurbaşkanı olarak tanımladı ki bu, ne George Bush, ne Obama, ne de Biden'ın yapacağı bir açıklama değildi.

Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ve ABD Başkanı Donald Trump, Washington'da düzenlenen ABD-Suudi Yatırım Forumu'nda katılımcılarla birlikte fotoğraf çektiriyor, 19 Kasım 2025 (Reuters)Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ve ABD Başkanı Donald Trump, Washington'da düzenlenen ABD-Suudi Yatırım Forumu'nda katılımcılarla birlikte fotoğraf çektiriyor, 19 Kasım 2025 (Reuters)

Geçen yıl Riyad'da düzenlenen bir konferansta Trump, bölgedeki ilerlemenin arkasında Batı müdahalesi, devlet kurucular veya Amerikalı neo-muhafazakarlar değil, bölge halkları olduğunu söyledi.

Trump yönetimi altında Washington, İsrail ve Filistinliler arasında bir barış anlaşmasına varma çabalarına yeniden başladı, ancak bu çabalar Gazze ile sınırlı kaldı. İki devletli çözüme inandığına dair hiçbir işaret yok. Bunun yerine, Gazze'de ateşkesin, dış denetim altında bir Filistin yönetimine doğru atılan küçük adımların ve oradaki yabancı ticari kalkınmanın Arap devletlerini İbrahim Anlaşmalarına katılmaya ve İsrail ile ilişkilerini normalleştirmeye ikna edeceğini umuyor. Şarku'l Avsat'ın al Majalla'dan aktardığı analize göre Trump, diğer Arap devletlerinin, özellikle Körfez'dekilerin, hızla Suudi Arabistan'ın izinden gideceğini ve böylece kendisine Nobel Ödülü kazandıracağını varsayarak yanlış düşünüyor. Zira on yıllardır devam eden Amerikan mali ve askeri desteğinden sonra, İsrail bölgedeki baskın askeri güç haline geldi ve 1979'da olduğu gibi kendisini barış karşılığında toprak vermeye teşvik edecek hiçbir şey olmadığını düşünüyor. Keza bazı Arap devletlerinin İsrail'in askeri tehditlerinden İran'dan korktukları kadar korktuğunu gösteren işaretler var. Yine de Trump ve ekibi, Arap devletlerinin İsrail ile normalleşme karşılığında toprak tavizlerini kabul edeceğine inanıyor. Bu, iyi düşünülmüş bir analiz değil, sadece bir umuttur.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir.