Gassan Şerbil
Şarku'l Avsat Genel Yayın Yönetmeni
TT

Hint gözüyle Çin

Oteller güzel vatanlardır. Hedefleri ve milliyetleri farklı olan yabancılara bir çatı ödünç verir, onları talep ve yeteneklerine göre onurlandırır ve fayda sağlar. Onlar isteğe bağlı, atalarınızın sizi yaşadığınız sürece mirasını veya lanetlerini taşımaya zorlamadığı bir vatandır. En güzeli de ondan kaçabilir ve alternatifini arayabilirsiniz. Bu tür vatanları severim çünkü halkları bahçeye benzerler. Birisi sadece güneşi arıyor ve başka bir şey istemiyordur. Diğerinin acelesi vardır, bir an önce ticari bir anlaşmayı imzalamak ve havalimanının yolunu tutmak istiyordur. Bir üçüncüsünü şirketi, gelirini ve piyasadaki payını ikiye katlamak gibi büyük bir misyonla görevlendirmiştir. Bir tanesi endişeyle geleceğini aramaktadır. Bir başkası yaşlılığı geciktirmeyi ve hayatı daha uzun süre yaşamayı hayal ediyordur. Bir diğeri, bir finansörü, sonuçlarını tahmin etmesi zor bir projeye katılmaya ikna etmek için çantasında bir rakamlar ve şekiller cephanesi taşımaktadır. Benim hikayem ise daha basit. Görüşmeler ve toplantılar. Geriye kalan zamanım hikayeler toplamama yetiyor. Bu nedenle, başka bir konuğun beni sıradan bir sohbete çekmesi, amacı yalnızca can sıkıntısını öldürmek olsa da beni hiçbir şekilde rahatsız etmez. Hikayeler benim için aslında ekmek gibidir. Ben konuşmak yerine dinlemeyi, yazmak yerine dinlemeyi tercih eden okulun mensubuyum.
Dubai’deki otelde de yakınımdaki konuk sıkılmış gibi görünüyordu. Özür dileyerek sohbet penceresini açtı ben de hemen onu memnuniyetle davet ettim. Hindistan’dan bir iş adamı olduğunu, Dubai'de gelişmiş ve üst düzey hizmete ek olarak iyi muamelenin sonucu ziyaretçilerin hissettiği sıcaklığı bulduğunu söyledi. Mesleğimi sordu ben de itiraf ettim. Bir an için, onu hayal kırıklığına uğrattığım gibi bir hisse kapıldım. Bir casusun dikkati ile bir yazarın geniş dünyası arasında yaşayan bir mesleği memnun etmek için hikayeler dinleyen bir adam yerine, piyasa, fiyat ve hisselerdeki dalgalanmaları bilen bir piyasa adamını tercih edeceğini düşündüm.
Adam bir gazeteci ile konuştuğunu ve sohbet masasının iş adamlarının ilgisini çeken veya iştahlarını kabartandan farklı şeylerle donatılması gerektiğini anladı. Hükümetinin "korona" dosyasındaki performansından hiç memnun olmadığını belirterek, ölü ve vaka sayısının yaşananları en doğru ifade eden kelimenin "trajedi" olmasını gerektiğini kaydetti. Bilimsel ve teknolojik açıdan ilerleme kaydetmiş ve iyi bir düzeye ulaşmış bir ülkenin salgın için erken hazırlık yapmak yerine yoğunlaşmasını beklemeye hakkı olmadığı değerlendirmesini yaptı ve “Özellikle de salgının komşularımızın yarasa pazarlarında ortaya çıktığı ya da laboratuarlarında üretildiği göz önüne alınırsa” diye ekledi.
Komşularımız sözcüğünü, bu sözcükle sitem, hassasiyet veya nefret duygularını kapsayan bir ruh hali içinde kullandığını fark ettim. Ulusların hayatında daimi düşmanlar genellikle pençelerini sökmek ya da açgözlülüklerini kontrol etmek zor olan komşular kategorisindendir.
Muhatabım, "Kovid-19" virüsünün Çin’deki bir laboratuardan sızdığı veya kasten sızdırıldığına dair kesin bir kanıtı olmadığını söyledi. Dünyanın gerçeği bilmek çok tehlikeli sonuçlar doğuracağı için konuyla ilgili ciddi bir soruşturmadan kaçınmak arzusunda olduğundan bahsetti. Ancak Çin'in en azından salgını geç haber vermek ve bir süreliğine hakkındaki bilgileri gizlemekle suçlanabileceğini belirtti. Çinli yetkililerin salgını kontrol altına alma, zarar ve vaka sayılarını sınırlama başarısının, o laboratuardaki bilim adamlarının, hikayeyi erken bir dönemde bildiklerini, hatta gelişmelerini örmeye ve konuyu dünyadan gizlemeye katıldıklarını düşünmeye sevk ettiğini söyledi.
Sohbet arkadaşım beni şaşırtarak Donald Trump’ın tarzını beğenmediğini söyledi ama şunu da kaydetti, “ Trump, Çin Komünist Partisi tarafından tasarlanan projenin yarattığı tehlikenin gerçek anlamda farkındaydı. Bu proje, Bir Yol Bir Kuşak ve İpek Yolu adı verilen bir ipeğin altında saklanıyor. Çin ile ilişkilerde, sadece anlatının unsurları ve tanık ifadelerini değil, sayıları da manipüle etme yeteneğini unutmamalıyız. İktidar partisinin yüz milyonları yoksulluktan kurtarmayı başardığı yadsınamaz. Ancak Çin'in başarısının, demokrasinin ilerleme için bir koşul olmadığı anlamına geldiği ve bunun da, özgürlükleri ve insan haklarını geliştirme arzusuna darbe vurduğu gerçeğine dikkat etmeliyiz. Gerçek şu ki Çin, ruhunun derinliklerinde değişmedi, gizlediği hegemonya projesinden vazgeçmedi, yalnızca yöntemlerini değiştirdi. Ticarette ustalaştı ama aynı oyunun içinde yaşıyor. Parti, halkın iradesine el koymuş durumda. Siyasi büro da partinin iradesine. Genel Sekreter ise sanki Komünist Parti’nin muazzam mekanizmasını emperyal geçmişe bağlıyormuş gibi herkesin iradesine el koymuş”.
Bir süre bu konuda konuşup tartıştık. Genellikle komplo teorilerinden korkarım, hem sonra seyahatler bana coğrafyadan kaynaklanan nefretlerin hafızalarda biriktiğini ve yeni nesillere aktarıldığını öğretti. Ancak muhatabım şunları söylerken oldukça kesin ve kararlıydı, “ Dünya, Çin hegemonyasının kontrolüne girdiği gün hasretle Amerikan hegemonyası için ağlayacak. ABD’de anayasa, başkanı görev süresinin sonunda ayrılmaya zorluyor. Çin'de ise anayasa, sanki ofisindeki bir çalışan gibi güçlü başkanının emrinde çalışıyor”.
Bilhassa önümüzdeki yıllarda dünyayı meşgul edecek bir konu olduğu için Çin hakkındaki bu sohbet beni düşündürdü. Dubai Uluslararası Havalimanı’na giderken bindiğim taksinin şoförü de Hindistan uyruklu çıktı. Onun da ülkesinin hükümetini kınamak için bir fırsat beklediği açıktı. Bana 4 akrabasını salgında kaybettiğini anlattı. Hükümeti ihmal, yavaşlık, taraf tutmak ve yolsuzlukla suçladı. Çin’in vatandaşlarını korumaktaki başarısına dikkat çekti. Bu trajik havayı yumuşatmak için şakayla karışık ona “Çin’de doğmayı ister miydin” diye sordum. Cevabı katiydi, “Koronadan ölecek olsam bile Hindistan’da doğmayı yeğlerim”. Görünen o ki, salgın coğrafik nefretleri dizginlemede başarılı olamamış, hatta kimi zaman artırmış.
Taksi şoförü konuyu değiştirmek istediği için, benim nereli olduğumu sordu, ben de itiraf ettim.  Bunun üzerine Lübnanlı bir kadının yanında yıllarca çalıştığını söyledi. Bana hükümetin kuruluşu, Mişel Avn'ın anayasa ile olan çetrefilli ilişkisi, Saad Hariri ile Cibran Basil arasındaki etkili boşanmanın yol açtığı parçalanma hakkında soru sormasından korktum. Neyse ki şanslıydım. Bunun yerine telefonunu çıkardı ve şarkılar çalmaya başladı. Feyruz’u, Elissa’yı, Nancy Ajram’ı ve Necva Kerem’i tanıdığını söyledi. Bana göre Feyruz’un sesi insan ömrünün üzerinde asılı bir avizedir. Elissa’nın sesi dağların zirvelerini saran yumuşak bulutlardır. Nancy'nin sesi çocukluğun arkasına saklanan bir yetenek gibidir. Necva Kerem ise mevval türünün bekçisidir. Taksi şoförü Lübnan bahçesinden kalan son gülleri saklıyor gibiydi. Öyle ki neredeyse bana “2020” dizisini, her şeyini kaybettikten sonra Nadine Nassib Njeim’ın pırıltısıyla teselli bulan bir ülkeyi sormasını bekledim.