İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Bazı siyasetçilerinin aksine Lübnan rakamları yalan söylemiyor

Lübnan vatandaşının tek eksiği, her şeyi açıklığa kavuşturan ve onu tatmin eden “suçluyu görmezden gelme” ve “hatalardan başkalarını sorumlu tutma” alışkanlığından kurtaran  uluslararası bir rapordu.
Lübnan’da çocukların durumu, Kovid-19 pandemisi, uzun süreli yönetim krizi, kontrol dışı sınırlar, çalınmış, güçsüz meşru yönetimin etkileriyle büyüyen geçimsel ve ekonomik zorlukların gölgesinde yaşadıkları sıkıntılarla ilgili rapor, temmuz ayı başlarında Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF) tarafından yayınlandı.
İlginçtir ki UNICEF’ın raporu, Papa Francis'in ev sahipliği yaptığı ve Yakın Doğu'daki Hristiyan toplulukların patriklerine çağrıda bulunduğu “Lübnan için Dua ve Tefekkür” ile neredeyse  ki paradoks da burada aynı zamana denk geldi. Bu “dua ve tefekkür” çağrısı belki de yerel siyasi sınıftan ve uluslararası girişimlerden hemen hemen ümidin kesildiğini açığa vuruyor.
Kötü tesadüflerden biri ise, Lübnan medyası ve siyasi partileri Vatikan olayını “Birlikte yaşama ve mesaj Lübnanı’nı kurtaran” bir toplantı olarak göstermeye hevesliyken, Papa'nın mesajına uyması gereken Lübnanlı bir akademisyen ve rahibin ortaya çıkarak, bir dizi siyasi bomba patlatmasıydı. Rahibin bir Lübnan televizyon kanalında katıldığı programda Müslüman Sünni bir din adamı ile münazarası sırasında patlattığı bombalar, birçoklarını Lübnan halkının büyük bir kesimi arasındaki güven krizinin derinliğine ve bir arada yaşama inancının eksikliğine ikna etti.
Cumhurbaşkanı Mişel Avn'ın şu anki pozisyonlarıyla neredeyse tam bir siyasi uyum içinde olduğunu açıkça ifade eden akademisyen ve Maruni Hristiyan rahip, Müslümanların Hristiyanların haklarına açık bir saldırısı olarak gördüğü "Taif Anlaşması"nı tamamen reddettiğini teyit etti. Müslümanların Lübnan kimliğine bağlı olduklarına inanmadığını dile getirdi, dinleyicilerine "Hristiyanların" Lübnan topraklarının yüzde 60'ından fazlasına sahip olduklarını hatırlattı.
Bu noktada çok saygın akademisyen elbette kimin neye sahip olduğundan bahsetmedi. Vakıfların payına ve kilisenin mülkünün bu paydaki payının ne kadar olduğuna da değinmedi. Bilhassa -herkesten önce- Hristiyan vatandaşları mülklerini satarak göç için yabancı elçiliklere başvurmaya iten yoksulluk ve muhtaçlığın gölgesinde. Ama bu olayın güzel yanı, Hristiyan takipçilerin çoğunluğunun bu zararlı konuşmaya verdiği tepkilerin olumsuz olması, hatta birçoğunun, tartışmanın ikinci tarafı Sünni din adamının ılımlı sözlerine sempati duymasıydı.
UNICEF’ın raporuna dönecek olursak, endişe verici rakamlar sunuyor ve bunları aşağıdaki gibi sistematik ve doğru bir şekilde detaylandırıyor:
- Bir önceki ay Lübnan'ın sakinleri ve çocuklarının yüzde 30'dan fazlası aç uyudu ve yemekten mahrum kaldı.
- Lübnanlı ailelerin yüzde 77’si yeterli gıdaya veya gıda ihtiyaçlarını karşılayacak paraya sahip değil. Suriyeli mülteci ailelerde bu oran yüzde 99'a çıkıyor.
- Ailelerin yüzde 60’ı yiyecek satın almak için borç veya kredi alıyor.
- Çocukların yüzde 30’u şu anda ihtiyaç duydukları temel sağlık hizmetini alamıyor ve ailelerin yüzde 76'sı ilaç fiyatlarındaki keskin artıştan muzdaripler.
-  Şimdi her on çocuktan biri, kendisinin ve ailesinin geçimini sağlamak için çalışmak zorunda.
- Bugün çocukların yüzde 40’ı hiçbir bireyinin çalışmadığı ailelerde yaşıyorlar ve ailelerin yüzde 77'si herhangi bir sosyal yardım almıyor.
-  Ailelerin yüzde 15'i çocuklarını okula göndermeyi bıraktı.
- Ailelerin yüzde 80'i, açlık ve stres gibi nedenlerle çocuklarının evde eğitime konsantre olmakta zorluk çektiğini söylüyor.
Bunlara bir de benzin istasyonlarındaki uzun kuyruklar, devam eden elektrik kesintileri ve sübvansiyonlu ilaç, akaryakıt ve gıda maddelerinin sistematik ve korunan sınır ötesi kaçakçılığı ekleniyor. Bu gerçekler, beklenen açlar devriminden önce veya ona eşlik edecek bir güvenlik kargaşası ve asayişsizlik konusunda uyarıyor.
Üstelik bu kasvetli tablo, pandeminin etkisi ve geçen ağustos ayının başında Beyrut Limanında meydana gelen patlamanın korkunç ekonomik ve demografik etkileri, zor koşullarda yaşayan yaklaşık 1 buçuk milyon Suriyeli mültecinin çilesi, liman patlamasından sonra istifa eden ve geçici olarak görevini sürdüren hükümetin yerini alacak bir hükümetin kurulmasını engelleyen siyasi çıkmazla tamamlanıyor.
Burada şu sorulabilir: Lübnanlı politikacıların uluslararası toplumun kendilerinden talep ettiği ve onların kurtarılmasını ve desteklenmesini kolaylaştıracak bir hükümet konusunda uzlaşmayı inatla reddetmelerindeki neden nedir? Neden siyasi aldatmaca ve entrikaların gözlerini bağlayıp  halklarının acılarını görmemelerine, ülkelerinin ekonomilerini mahvetmelerine yol açmasına izin verdiler?
Soruları cevaplamak için birkaç gerçeğin belirtilmesi gerektiğini düşünüyorum. Yukarıda bahsi geçen akademisyen- rahip birisine ışık tutma cömertliğinde bulundu; kimliğin tanımlanması, bir vatandaşlık devleti içinde hak ve görevlerde diğer ortaklarıyla eşit olan bir ortağın varlığının kabullenilmesi. Gerçekten de, ortaklığı kabul etmeyen, ortak bir kimliği tanımayan, kazanılmış bir hak olarak gördüklerini kendilerine garanti etmeyen bir formüle güvenmeyen Lübnanlılar var.
İkinci gerçek, Lübnan topraklarında ve komşu Arap topraklarda, özellikle de Suriye ve Irak'ta genişleme projelerinin kesişmesi. Küresel Hristiyan liderler, üç ülkedeki Hristiyan varlığı (keza Filistin/İsrail'de Hristiyan varlığından geriye kalanlar) krizine Vatikan'da dua ve tefekkür, müzakere ile yaklaşmayı seçerken, Avusturya’nın başkenti Viyana’da yürütülen müzakereler var. Bu müzakereler Doğu Hristiyanlarının varoluşsal krizinin özünden kesinlikle ayrılmıyor. Buradaki sorun, ne "Vatikan duacılarının" ne de "Viyana müzakerecilerinin" şu anda İran işgalinin genişlemesine son verilmesi ile Hristiyan varlığının korunması arasında bir bağlantı kurmamasıdır. Tam tersine, azınlıklar ittifakı bayrağı altında bu işgal durumunun genişlemesinden memnun olanlar var ve bu tür insanlar -ne yazık ki Lübnan, Suriye, Irak ve Batı başkentlerinde bulunuyor.
Üçüncü gerçek ise, işgalin genişlemesini uluslararası düzeyde hiçe sayan bu durumun, sahada ekonomik, yaşamsal ve demografik gerçeklikler yaratmış olduğu. Bugün, Batı'nın "nükleer bir İran’ı kabul etmeyi reddettiği” ve nükleer silah edinmesine "izin vermenin imkansızlığı" hakkında pek çok şey duyuyoruz. Ama hiçbirimiz Irak'ta Haşdi Şabi, Lübnan'da Hizbullah ve Yemen'de Husilerin hegemonyasının durdurulmasıyla ilgili bir şey duymuyoruz. İran Devrim Muhafızları tugaylarının Suriye'de yaptıklarından ve yapmaya devam ettiklerinden bahsetmiyorum bile.
Bu konuda tek bir belirleyici Amerikan veya Avrupa pozisyonu görmedik, aksine tersi pozisyonlar gördük.
Evet, Lübnan krizinin sorumlusu yerel fanatikler ve alçak insanlar, provokatörleri de bölgesel, ancak uluslararası toplumun Viyana'da anlaşmalar yaparken, fazilet ve erdem üzerine ders vermeye hakkı yok.