Sam Mensa
TT

Taif Anlaşmasını çökertmek için Truva atı

Lübnan, 50 yıldır, ilan edilmiş veya gizli iç savaşlar, soğuk ateşkesler, çatışmalar, dini grupların liderleri arasındaki iktidar kavgaları, engellemeler, boşluklar ve bunlar arasındaki işgaller ve istilalardan kaynaklanan göçler ve yerinden edilmeler ortasında şiddetli ve istisnai bir siyasi gerçeklikle yüzleşiyor.
Lübnanlılar gerçeküstü siyaset sahnesini tanıdık, hatta normal görmeye başladılar. Onunla birlikte yaşayıp kabul ettiler. Darbeleri tepki vermeden uysalca karşılar oldular.
Mafyacılık hastalığı tüm siyasi güçleri vurdu. Öyle ki önce siyasette, sonra ekonomi, güvenlik ve yargıda tahakküm ve üstünlüğün doğruluğunu kabul etmeye başladılar.
Devlet dışı tahakküm kabul edilir hale geldi. Ona karşı çıkabiliriz, rahatsız olabiliriz, şikayet edebiliriz ama bir gerçeklik hatta kader olarak sindiriyoruz.
Lübnan, yönetme kudretine sahip anayasal bir kurumun olmadığı hayali bir devlete dönüştü, yurttaşlarına gelince, baskın mezhepçi kimlik uğruna yurttaşlık ruhları öldürüldü.
Böylece, bu yıllar boyunca Lübnan, varlığında, kimliğinde, anayasasında, siyasi ve ekonomik sisteminde, sosyal yapısında sistematik bir değişim sürecine tanık oldu ve değişimin korkunçluğu, bugün bahsedilen büyük çöküşün korkunçluğunu kat kat aşıyor.
Değişim, İran'daki Humeyni devriminin ihraç edilmesi bağlamında seksenli yılların başında Hizbullah'ın tesis edilmesi ve siyasi hayata Suriye kapısından girip 1992'de parlamentoya katılmasıyla başladı.
Bir diğer önemli gelişme ise Suriye/Esed ordusunun Lübnan'ın doğu bölgeleri olarak bilinen bölgeleri işgal etmesiydi. Aynı zamanda dönemin cumhurbaşkanı Emin Cemayel tarafından 1988’de geçici askeri hükümetin başı olarak atandıktan sonra Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na yerleşen ve Taif Anlaşmasını kabul etmeyen General Mişel Avn'ı devirmek bahanesiyle Cumhurbaşkanlığı Sarayı ve Savunma Bakanlığı'nı da işgal etti. Bu arada René Moawad cumhurbaşkanı seçildi ve bu da suikasta uğramasını ve Suriye’nin kontrolünün 2005’e kadar uzamasını kolaylaştırdı.
Bir başka beklenmedik ve darbeci gelişme 2006’da yaşandı. Hizbullah ile Avn’ın lideri olduğu Özgür Yurtsever Hareket arasında Mar Mikhael Kilisesi’nde bir mutabakat imzalandı.
Değişimin özellikleri, Lübnan'ın, kendisini inşa etmek için çalışan ve hala çalışmakta olanların düşünce ve inançlarının tam aksi bir devlete dönüşmesiyle somutlaştı. Tahakküm, yıldırma ve üstünlük uğruna kurumların ortadan kaldırılması, özgürlükler, insan hakları ve konforlu yaşamın arka koltuğa atılması, sosyal, ekonomi ve kültür alanlarının bağnazca ideolojileştirilmesi, finans ve bankacılık kapasitelerinin sıfırlanması, sağlık ve eğitim sektörlerinin çöküşü yönünden bölgedeki benzerlerini taklit etmesiyle cisim buldu.  Doğu ile Batı arasındaki kültürel iletişim köprüsü ve yatırımlar çeken bir ülke, bir direniş, Captagon üreticisi ve kaçakçısı, Maşrık bölgesinde azınlık ittifakı kabuğuna çekilmiş, Arap çevresine ve uluslararası topluma düşman ve birbirleriyle savaşan bölgesel eksenlerin posta kutusu olan bir ülkeye dönüştü.
Yaşananlar ve yaşanmakta olanlar, bir yönetim sisteminin başarısızlığı, yozlaşma ve kötü yönetimin mi yoksa uygulanan, daha doğrusu sabır ve dikkatle örülen dönüştürücü bir darbe projesinin sonucu mu?
Gerçekler dengesinin ibresi ikinci seçeneği gösteriyor. Uzun vadeli hedef, Lübnan'ı tamamen İran eksenine ilhak etmek. Yakın vadeli hedef ise anayasa haline gelen Taif Anlaşmasını çökertmek, hakim yerel - bölgesel mezhepçi ekseninin vizyonlarına göre ülkeyi ve kurumlarını yeniden yapılandıran yeni özetler lehine Sünnileri zayıflatmak. Bunun için kullanılan aparat, Truva atı ise Avn akımı.
General Avn'ın 2005'te Paris'ten dönüşünü ayarlamak, Hizbullah ile anlaştıktan sonra cumhurbaşkanlığına seçilmesinde diretmek darbe sürecinin iyi düşünülmüş bir sayfasıydı, çünkü Avn, Taif Anlaşması’na en muhalif şahsiyetlerdendi. Anlaşmayı kabul edildiğinden beri hep reddetti ve o sırada geçiş hükümeti başkanı olduğundan anlaşmayı onaylayan Temsilciler Meclisi'ni feshetmekte tereddüt etmedi. Anlaşmaya en güçlü ve şiddetli darbeyi (cumhurbaşkanı Muavvad suikastı) indiren taraf başta olmak üzere Taif’i hedef alan tüm darbeleri memnuniyetle karşıladı. Hristiyanları 1992 seçimlerini boykot etmeye kışkırttı ve Taif Anlaşmasının babası Hüseyin el-Hüseyniye göre böylece hem Hristiyan hem de İslami ılımlılığı milisler lehine zayıflattı. BM’nin 1559 sayılı kararı, Avn’ın başbakan Refik Hariri suikastı konusundaki silik pozisyonunun bedeliydi. Avn, Taif ve Lübnan’ı hedef aldı, Hariri’nin grubuna ve genel olarak Sünnilere karşı şiddetli bir hedef alma kampanyası başlattı. Son olarak da Cumhurbaşkanı olarak sözde “Hristiyan hakları” bahanesiyle hükümetten pay talep etti. Cumhurbaşkanı, Taif Anlaşması anayasanın (anayasanın girişi) bir parçası haline gelmiş olsa da anayasa ve anlaşmayı birbirinden ayırıyor. Bu bağlamda anayasanın muhafızı olması gereken Cumhurbaşkanı'nın damadı Cibran Basil'in anayasa tanımını hatırlamakta fayda var. Basil’in tanımına göre anayasa “bize tank üstünde gelen, yolsuzlukla işimizi bitiren bir küf ve bozulmadır. Şimdi de bizi donukluk ve yavaş bir ölüm ile ortadan kaldırmak istiyor”. Özgür Yurtsever Hareketin Cumhurbaşkanının sağladığı kalkanın arkasından sürekli anayasanın aleyhine davranması, Lübnan’daki bölgesel İran eksenine yarıyor. Bu nedenle, Hizbullah kendisine bağlı kaldı ve halen de öyle, çünkü bu sayede yakın hedefini gerçekleştirecek ve onu uzun vadeli hedefine yaklaştıracak net bir siyasi projeyi uygulayabiliyor.
Lübnan'da gerçekten vizyon sahibi tek siyasi parti olan Hizbullah, Özgür Yurtsever Hareketi ile ittifakının sadece iç siyasete dönük bir taktik olmadığının farkında. Bu, Vatikan, Fransız ya da uluslararası herhangi bir rolü engellemesini sağlayan özelde büyük Maruni, genelde ise Hristiyan kesim ile bir ittifaktır. Hizbullah, zekasıyla, Hareketin saflarındaki popülistlerin iktidar arzularına nasıl oynayacağını, Hristiyanların azınlık zihniyetlerine nasıl dokunacağını bildi. Bunu da onları başbakanlık makamının temsil ettiği iç, radikal grupların temsil ettiği dış yakın ve Hristiyanların haklarına, cumhurbaşkanının yetkilerine göz dikmiş bir Sünni tehlike ile korkutarak yaptı. Bu dokunma maalesef pek çok Maruni ve Hristiyan liderlerin bilinçlerinde ve bilinçaltlarında yankı buldu. Bu nedenle 2005’te olduğu gibi bugün de “cumhurbaşkanlığı makamını” korumak için anavatanı feda etmekten kaçınmadıklarını görüyoruz.
Avn akımının Hizbullah ile mutabakatının içeriğinin bölgesel derinliğini önemsizleştirenler yanılıyorlar. Süreç, açıklama zahmetine girmeye gerek olmayacak kadar açık ve net.
Avn, “Taif’e Hayır” atı ile siyasi sahneye giriş yaptı ve dönemini uygulamada kendisini aştıktan sonra fiili olarak da Taif’i bitirerek sona erdirecek. Avn dönemi, yeni bir Taif veya başka bir Doha, Saint-Cloud ya da herhangi bir Arap ya da yabancı şehirde yeni bir anlaşma imzalanmadan sona ermeyecek. Bu anlaşma hızla yıkıldıktan sonra rejimi yeniden kurma ve düzenleme yoluna yönelecek.
Yeni anlaşma, iç güç dengesi ölçeği ve en güçlü bölgesel güç formatına göre uyarlanacak. Bu gücün kim olduğunu bilmek için müneccim olmaya gerek yok.
Geriye şu soru kalıyor; sözde Sünni tehlikesinin ortadan kaldırılmasının ertesinde Hristiyanlardan ve rollerinden geriye ne kalmış olacak?