İstemi Yılmaz
TT

Yangının siyaseti

Türkiye bir haftadır önlenemez orman yangınlarıyla mücadele ediyor. Ülkenin ciğerleri alev alev yanıyor. Yüzlerce noktada eş zamanlı veya yayılarak ortaya çıkan yangınların bir türlü söndürülememesi tartışmaları da beraberinde getirdi. Fakat belki de en son konuşulması gereken mesele ilk günden itibaren kamuoyunun kafasını kurcalıyor: Orman yangınları neden çıktı?
Terör örgütü PKK’nın mı parmağı mı var? Mangalcıların bıraktığı kor mu yol açtı? Yoksa küresel iklim krizinin korkutucu sonuçlarıyla mı yüzleşiyoruz?
İçerisinde bulunduğumuz aşamada bu soruların yanıtlarının hiçbir önemi yok. Tıpkı Türk Hava Kurumu’nun hangarında kaç uçağın kullanılamaz durumda olduğu, sosyal medyadaki yardım feryatlarının ülkenin itibarını zedeleyip zedelemediği gibi. Öncelikle yangını kontrol altına almaya odaklanmak gerekiyor. Ancak her Ortadoğu ülkesinde olduğu gibi yangının da siyaseti her şeyin üzerine çıkıyor.
Yangının siyasetini kavramak adına öncelikle alevlerin nereleri sardığına, dünyanın nasıl bir felaketin eşiğinde olduğuna bakmak lazım.
Sıcaklığın ortalamanın üzerinde seyrettiği Rusya, Türkiye, Yunanistan, İtalya, ABD, Kanada gibi ülkeler orman yangınlarıyla mücadele ediyor. Saydığımız tüm bu ülkelerde alevler, önüne kattığı her bir nesneyi küle çevirerek ilerliyor. Soğuğuyla nam salan Sibirya bir aydır orman yangınlarıyla mücadele ediyor. ABD’de özellikle Kaliforniya eyaletinde her gün alevlerin yuttuğu kasabalara bir yenisi ekleniyor.
Kışı yaşayan Latin Amerika ülkeleri ender görülen dondurucu soğuklara alışmaya çalışıyor. Bolivya ve Peru’da karla kaplı yollar ulaşımı durma noktasına getirirken, Brezilya’da ise kahve üreticileri hasat aksamasın diye her 5 metrede bir varil yakarak ürünlerin donmasını engellemeyi hedefliyor.
Kıta Avrupa’sıysa birkaç hafta öncesine kadar sellere teslim olmuştu. Almanya, Belçika, Hollanda gibi ülkelerde sel suları şehirlerin altyapısını darmaduman etmişti. Tüm bunlara hala atlamadığımız pandemi koşullarını da eklemek gerek.
Gezegenin içerisinden geçtiği felaketler zinciri, o çok merak ettiğimiz “çıkış noktası” hakkında bize ipucu veriyor. Evet, küresel iklim krizi ile karşı karşıyayız. Fosil yakıt tüketimine sıcaklık artışı artık “yeni normalimiz” olmuş durumda. Araştırmalara göre küresel ısınmayı 1,5 santigratta tutamadığımız takdirde dünya nüfusunun yüzde 40’ını barındıran topraklar yaşamaya elverişli olmaktan çıkacak. Bunun iki anlamı var; kitlesel ölümler ve göç. Dünya Sağlık Örgütü verileri 2030-2050 yılları arasında iklim krizinin yol açtığı sıcaklıklardan milyonlarca insanın hayatını kaybedeceğini gösteriyor. Dünya Meteoroloji Örgütü’ne göreyse 2050 yılına kadar 200 milyon insan evini terk ederek “iklim sığınmacısı” haline gelecek.
Peki biz bu “yeni normalin siyasetini” nasıl inşa edeceğiz?
Dünya siyasetinde bugün iklim krizi üzerinden yaratılmış bir kamplaşma mevcut. Bir taraf küresel ısınmayı inkâr etmeyi seçerken, diğer yanda ise fosil yakıt tüketimini sınırlayacak yeşil enerjinin merkezde olduğu bir ekonomik düzene “adil geçişi” savunanlar var. İlerleyen yıllarda bu iki kampa bir de dünya nüfusunu sınırlandırmayı önerecek “eko-faşist” bir tutum eklenirse hiç şaşırmayalım.
Toplumsal yaşamın örgütlenme biçimi olarak siyaseti kurgulamak, her şeyden önce içinde bulunduğumuz şartları doğru değerlendirmekten geçer. Türkiye henüz iklim krizini ve getirdiklerini idrak edebilmiş değil. Yanan ormanları yerine koyamayacağımızı kavrayınca belki bu krizin getirdiği “yeni normali” de anlamış olacağız.