Tevfik Seyf
Suudi yazar ve düşünür
TT

Allah’ın seçilmiş insanları

ABD, 19’uncu yüzyılın sonları ve 20’inci yüzyılın başlarında, özellikle de 1882-1924 yılları arasında ‘ABD Ulusal Gen Bankasını Geliştirmek’ başlığında yaşanan bir tartışma ile meşguldü. Bu tartışmanın temelinde ‘yabancı’ göçmenlerin akını nedeniyle ülkelerin birbirine kenetlenmiş bir ulusa dönüşemeyeceği yer alıyordu. Bu görüşe sahip olanların savunduğu alternatif, ‘aşağı’ olarak niteledikleri etnik kökenlere sahip göçmenlerin ülkeye girişinin engellenmesi ve göçmen kabulünü Amerikalılarla biyolojik özelliklerini paylaşan toplumlardan gelenlerle sınırlanmasıydı
Bu fikrin savunucuları, daha sonra ‘biyolojik determinizm’ olarak adlandırılan, özetle ten rengi ve vücudun genel şekli gibi fiziksel, davranışsal ve zihinsel özelliklerin genler yoluyla ebeveynlerden çocuklara aktarılması etrafından dönen, akademide yükselen bir akımdan yararlandı. Bu akıma göre zeki ve asil aileler, söz konusu özellikleri önce çocuklarına sonra da torunlarına aktarırken, aptal ve suç geçmişi bulunan ailelerin soyundan gelenler de bu özellikleri taşıyacaktı.
ABD’nin 28 eyaleti, ‘ABD Ulusal Gen Bankasını Geliştirmek’ gerekçesiyle, 1912 - 1931 yılları arasında başarısız veya genetik olarak kusurlu olarak sınıflandırılan bireylerin zorla kısırlaştırılmasına olanak sağlayan yasalar çıkardı.
Ancak garip bir şekilde, yeni göçmenlik yasalarının ilk kurbanları güney ve doğu Avrupa'dan gelen göçmenler oldu. Bu insanların fiziksel ve kültürel özelliklerinin çoğunda Amerikalılara benzediğini, beyaz ve Hristiyan olduklarını biliyoruz. Görünen o ki bu tercihin arkasındaki belirleyici faktör mezhep faktörüydü. Doğu ve güneydoğu Avrupa'nın nüfusu Katolik Kilisesi'ne veya Ortodoks Kilisesi'ne mensupken ABD’de baskın mezhep Protestanlıktı.
Söz konusu dönemde yapılan tartışmalar, dini farlılıklardan kaynaklanan nefreti (sağlam veya yanlış), bilimsel iddiaları, siyaseti ve ihtilafları, kasıtlı veya kendiliğinden meydana gelen müdahaleleri ortaya çıkardı. Söz konusu dönemde yapılan tartışmalardaki nefret içerikli ve ‘bilimsel’ iddialar siyaset arenasında ötekine karşı nefreti ifade edecek biçimde, olguların bir tür anlatımı haline geldi. Bu anlatı, kendi içinde ortaya koyduğu kanıtlar nedeniyle herhangi bir gerçekliğe ihtiyaç duymaz. Ayrıca bu nedenledir ki tüm insanlar, eğitimli ve sıradan olanlar da bunu aynı şekilde uygularlar.
ABD’deki etnik köken tartışması, halkın tamamının göçmen olduğu göz önüne alındığında dikkate alınmaya değer bir konudur. Bu bağlamdaki herhangi bir tartışma, zorunlu olarak nüfusun çoğunun kötüye kullanılmasına yol açacaktır. İlk göçmenlerin çoğunluğunun İskandinav halkları (kuzey ve batı Avrupa'dan gelen kişiler) olduğu doğrudur. Bununla birlikte tartışmalara dalmak, sonunda Kuzey Avrupa'dan gelenler ile orta veya doğu Avrupa'dan gelenler arasında, saf İskandinav ile melez İskandinav arasındaki üstünlük yarışına yol açacaktı. Dolayısıyla bu tartışma hızlı bir şekilde siyasi tutumlara da yansıdı. Seçkinler, bu şeklide ilerlemenin tehlikesinin farkına vardı.
Neyse ki dünya ırksal ya da dinsel saflık ya da belirli bir ırkın, ülkenin ya da dinin üstünlüğünü talep eden akımlardan kurtuldu. Dünyanın bu fikirlerin savunucularından kurtulamadığı ve halk arasında halen bu tehlikeli sanrıları kabul edenlerin olduğu doğrudur. Ancak uluslararası sistemin bu iddialar yumuşatılsa bile güçlü bir şekilde karşı durmaya meyilli olduğu da doğru. Ayrıca dünya nüfusunun büyük çoğunluğu bu akımın herhangi bir ülkedeki güç kaynaklarına hâkim olmasının doğurabileceği tehlikelerin farkına vardı.