Rıdvan Seyyid
Lübnanlı akademisyen, siyasetçi- yazar Lübnan Üniversitesi'nde İslami ilimler profersörü
TT

Çatışmanın gerçekleri ve Lübnan'da olmayan barış

On yıldan fazla bir süredir Araplar ve bazı küresel güçler, Lübnan'da birbirini takip eden trajik olaylarla meşguller. Lübnanlılar ise her şeyde  bölünmüş durumdalar. Bunlardan biri de Arapların ve dünyanın onlara olan ilgisi. Bir grup, Araplar ve küresel güçler Lübnan ile ilgilenselerdi, silahlı bir tarafın onu kontrol etmesine izin vermezlerdi diyor. Hizbullah ve destekçilerine gelince, Arapların ve küresel güçlerin Lübnan ile ilgili olduğu ama onun istikrarı ve barışı ile değil, daha ziyade Lübnan ve tüm Arapların nefesini kesen büyük direnişe zarar vermek için nifak tohumları ekmekle ilgili oldukları görüşündeler.
Bu iki görüşten birinin doğruluğundan bağımsız olarak, sahada yaşananlar, ayrılık ve bölünmeye neden olan, hatta tetiğe basan tüm ellerin Lübnanlı olduğunu gösteriyor. En azından görünürdeki faktörlerin de Lübnan kökenli olduğundan neredeyse eminim. Silahlı bir tarafın sahadaki, tesisler ile anayasal kurumlar (cumhurbaşkanlığı, Temsilciler Meclisi başkanlığı ve başbakanlık) üzerindeki kontrolü ülkeye güvenlik, istikrar, iyi bir yaşam, çevre ve dünya ile iyi ilişkiler getirmedi.
Silahlı Hizbullah, yakın ve uzak dış güçlerin büyük bir itirazı ile karşılaşmadan Lübnan'ı dünyadan yalıtmayı başardı. Ancak, Avn'ın Cumhurbaşkanlığı Sarayı'ndaki 5 yılı boyunca ivme kazanan olayların gölgesinde, Hizbullah nihayet çok endişeli görünüyor. Rejim içinde üstünlük onun elinde ama “Karzu’l Hasen” ve İran gemilerine rağmen mali, ekonomik ve geçim kaynaklarında yaşanan çöküşü durduramadı. Dahası yaklaşık bir buçuk yıl boyunca, tökezleme ve çatlakların, vatandaşların yaşadığı trajedilerin sorumluluğunun bir bölümünün veya tamamının yüklenebileceği bir hükümetin kurulmasına izin vermesi için Cumhurbaşkanı'nı ikna edemedi. Böylece Hizbullah ve Avncıların devletin yerine geçmek istedikleri ve bunda başarısız oldukları, dahası siyasi sınıfın geri kalanıyla birlikte, kuruyan devlet kaynaklarını tükettikleri, siyasi sınıfın yerine geçerek gelirleri artık hazineye değil ceplere akan tesislere el koydukları kanaati vatandaşlarda oluştu. İnsanlar, Lübnan lirası çöktüğünde, yakıt, ilaç ve gıda maddelerinde kıtlık baş gösterdiğinde neler olduğunun farkına varmaya başladılar. Ardından, sübvansiyonlar kaldırıldı ve kıtlığa çoğu Lübnanlının karşılayamayacağı aşırı yüksek fiyatlar eklendi. Yani Lübnan devleti, vatandaşlarına karşı sorumluluklarını yerine getiren sosyal bir devletti, ancak gücü elinden alınıp kaynakları yağmalandığında yaşanan çöküşle hırsızların kimliği açığa çıktı.
Bu nedenle iki yıl önce patlak veren Ekim Devrimi sırasında, gerek kaynakları kontrol eden gerekse yağmalayan politikacıların kastedildiği “Hepiniz yani hepiniz” sloganı protesto gösterilerine egemen oldu. Bu yüzden, Hizbullah (daha doğrusu Şii ikilisi) ve Avncılar söz konusu değişim hareketinin en şiddetli muhalifleriydiler, çünkü halkın öfke ve nefretinin hedefinde onlar vardı.
Ardından çöküşün ortasında sıkıntıları daha da büyüten korona salgını geldi. Onu da dengeleri tamamen altüst eden efsanevi liman patlaması takip etti. Hizbullah’ın genellikle hükümetler kurulurken yaptığı gibi silaha başvurmasının fayda sağlamayacağı bu üç baskı faktörü onu fiilen rayından çıkardı. Hizbullah lideri doların egemenliğini kırmak istediğini söylese de destekçileri ile yandaşlarına dolar ile ödeme yapar hale geldi! Hizbullah’ın protestocuların üzerine saldığı gruplar açıkça “Şia, Şia” sloganını atıyorlardı. Yüksek fiyatlara karşı ürünlerin daha düşük fiyata satıldığı marketler açıldı, İran ve Suriye'den ilaç, son olarak da akaryakıt ithal edildi! Ama tüm bu önlemler, yandaşlarının dahi ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz kaldı. Hizbullah bunun gibi çözümler bulmaya çalışırken, bir anda Beyrut Limanı patlamasıyla ilgili soruşturmada parmakların kendisine yöneldiğini gördü! Amonyum nitratı limana kim nakletmişti, harap gemiden kim boşaltmış ve üçte ikisinin varil bombalarının yapımında kullanılması için Suriye’ye kaçırıldığı 7 yıl boyunca limanda depolamıştı. Son olarak da geride kalanı kim patlatmıştı? Hizbullah’ın Beyrut Limanı’nı, havaalanını ve Suriye ile sınır kapılarını kontrol ettiği biliniyor. Keza bunlara ait tesis ve kurumlardaki üst düzey yetkililerin daha çok Avn akımı, Emel Hareketi ve Hizbullah yanlıları olduğu da. Çalışanların çoğu tutuklandı, ancak Yargıç Bitar çalışanları belki de ileri bir zamana bırakarak, doğrudan politikacılara yöneldi. Eski Başbakan Hassan Diyab (tabii ki kendisi hiçbir şey görmeyen şahit konumunda) dahil birkaç eski bakan hakkında celp ve tutuklama emri verdi.
Hizbullah liderinin öfkeli tepkisinden bahsetmeden önce, Lübnan Kuvvetleri lideri Samir Caca başkanlığındaki Hristiyan medyası ve politikacılarının, aylar içinde liman patlaması dosyasını neredeyse tamamen Hristiyan bir dosyaya, Yargıç Bitar’ı da bir adalet ve dürüstlük abidesine dönüştürmeyi başardıklarına dikkat çekmeliyiz. Böylelikle patlamanın kurbanları Hristiyan, Bitar tarafından suçlananların çoğu da Müslüman oldu.
Hizbullah liderine dönecek olursak, art arda yaptığı konuşmalarda Yargıç Bitar’ın görevden alınmasını talep etti. Talebine karşılık alamadığında bakanlar kuruluna yöneldi. Bunun üzerine bakanlar kurulu toplantıları durdu. Ardından yargıcın görevden alınması talebini sokağa taşıdı. Şii ikilisinin destekçileri, sokağa dökülüp Beyrut’un Hristiyan mahallelerinden geçerek Adalet Sarayı’na yönelen gösteriler düzenlediler. Bu, Şii ikilisine bağlı grupların, Beyrut’un doğu ve kuzeyindeki Şii bölgelere komşu Hristiyan bölgeleri taciz ettiği ilk olay değildi. Bu nedenle herkes kaynar bir haldeydi ve iki taraf da silahlarına sarılmaya hazırdı. Nitekim Hristiyan bölgelerine sızanların üzerine ateş açıldı ve 7 kişi hayatını kaybederken onlarca kişi de yaralandı.
Kamuoyunda Yargıç Bitar Hristiyan kurbanların intikam meleğine dönüştü. Hristiyanların hayatlarının, onurlarının ve mallarının koruyucusu ise Samir Caca oldu. En büyük kaybedenler ise 15 yıldır Hizbullah’ın müttefiki olan, 2008’deki Beyrut’un batısının işgali dahil tüm savaşlarında onu destekleyen Cumhurbaşkanı ve damadıydı. Böylece Hariri’nin öldürülmesi ve Beyrut işgali ile Sünnileri kaybeden Nasrallah, şimdi de Hristiyanları temelli kaybetti.
Lübnan'da Hristiyan ve Şii radikalizm yetmişli yıllarda ortaya çıktı. Şii siyasi ve silahlı radikalizm, küreselleşene kadar büyümeye, gelişmeye ve yayılmaya devam etti. Hristiyan radikalizme gelince, seksenlerden beri Avn ve Caca arasında var olan çatışma ile iç savaşı sona erdirmeye yönelik Arap ve uluslararası uzlaşıyla birlikte zayıfladı. 20 yıl süren sürgünden sonra Avn, Nasrallah ve büyüme sürecindeki radikalizmine sığındı. Onun yardımıyla Sünnilerden Hristiyanların "haklarını" geri almaya başladı. Bu ittifak ancak devlet devrilip Hristiyanlar, Avn ile Basil ve arkalarındaki Nasrallah’a boyun eğmenin yol açtığı büyük kaybın farkına vardıklarında yerle bir oldu. Caca, Hristiyanlar arasında ortaya çıkan bu pişmanlığı değerlendirdi ve böylece Hristiyan (silahlı) radikalizm yeniden canlandı. Diğer radikalizm gibi öldürmeye başladı. Zira koruma ancak böyle olur?
Radikallerle yaşanılmaz ve onlar var oldukça Lübnan'da barış olamaz. Nasrallah, 18 Ekim Pazartesi akşamı Hizbullah’ın 100 bin savaşçısı olduğu sözleriyle bunu kanıtladı! Evet, kan sadece daha fazla kan demektir!