Muhammed Rumeyhi
Araştırmacı yazar, Kuveyt Üniversitesi'nde Sosyoloji profesörü...
TT

Sonbahar yaprakları gibi dökülmemek için

Sayyaf, Hikmetyar ve Afgan cihadının diğer liderlerinin isimlerinin seksenlerde Kuveyt'teki bazı gruplar tarafından nasıl candan ve hürmetle anıldığını hatırlıyorum. Övmek ve cihatçı projelerine para yardımlarını teşvik etmek için bunlardan bazıları için yazılan şiirlerin nasıl dilden dile dolaştığını, Kuveytlilerden oluşan grupların söz konusu cihat sloganı altında nasıl Afganistan’a gittiklerini hatırlıyorum. Prens Türki el-Faysal’ın “Afgan Dosyası” kitabını okuduğumda, Kuveyt’in işgali olaylarına ayırdığı bölümden, bu isimlerden bazılarının 1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgaline tereddütsüz destek verdiklerini öğrendim.
Bundan önce, Cidde’de düzenlenen İslam ülkeleri zirvesinde, Prens Türki’nin naklettiğine göre, sonuç bildirisine Sovyetler Birliği'nin Afganistan işgalini kınayan bir ifade ekleme eğilimi vardı, ancak 3 kişi buna karşı çıktı; Saddam Hüseyin, Hafız Esed ve Yaser Arafat. Buradaki karşılaştırma açık ve net; bir yanda cihatçı grupları tamamen destekleyen, onlar için çok para ve çaba harcayan ülkeler, diğer yanda cihat liderlerinin Irak rejiminin daha önce ülkelerinin işgali konusundaki tutumunu bilmelerine rağmen, tutumlarını tersine çevirmeleri ve düşmanlıktan desteğe evrilmeleri. Geçen haftaki yazımda bahsettiğim Prens Türki Faysal’ın kitabından çıkarılacak pek çok ders var, bu nedenle bugünü anlamak ve belki de geleceği tahmin etmek çabasıyla, bu yazıda da kendisinden bahsetmeyi, anlattığı olaylar arasında karşılaştırmalar yapmayı sürdüreceğim. Afgan Dosyası kitabının yazarı bize o dönemde Afganistan'daki "cihada" katılan bazı Arapların, uyuşturucu bağımlılarına dönüştüklerini anlatıyor. Bağımlılık, bireyi kendisini "intihar" yolunda feda etmesi için ikna etmenin kolay bir şekli, çünkü uyuşturucu kullanımından sonra yaşadığı halüsinasyon durumu onu bu yola yönlendirmeyi kolaylaştırır. Bu bize 11-13. yüzyıllarda ünlenen, İran ve Levant bölgesini üs edinen, kendilerine verdikleri ad ile “Yeni Çağrı” sahipleri, tarihin adlandırdığı şekliyle Haşhaşileri hatırlatıyor. Bugün İngilizcede suikastçı anlamındaki “Assassin” kelimesinin aslı Haşhaşilerdir. İran’daki Alamut Kalesini ele geçirerek davetini yaymak için bir üs olarak kullanan liderleri Hasan İbn es-Sabah basit bir formül biliyordu: takipçini “herhangi bir tür” uyuşturucunun bağımlısı yap, sana ölümüne itaat etsin! Bu, el-Kaide ve benzeri örgütlerin mensupları arasındaki "intihar eylemleri" dalgasının açıklaması olabilir mi? Bir diğer soru; 11 Eylül 2001 sabahı, uçaklardaki masum yolcularla birlikte toplu intihara giderken uçakları kaçıranların bilinçleri yerlerinde miydi? Bu sorular, öldürme ve intihar eylemlerini bir doktrin haline getirmiş DEAŞ ve diğer gruplara da uzanıyor.  Bir doktrini veya tarihi bir şahsiyeti savunmak gibi bir "mitler koleksiyonunu" depolamaya çalışarak da zihinler ele geçirilebilir, bu durumdaki insanlar öyle bir hale gelir ki, tekrarlanan mitlerden başkasını görmez ve duymaz hale gelirler! Bu mitlerle uyuşturulmuş bireyler kolaylıkla siyasi olarak kendisinden faydalanacak kişiler tarafından yönlendirilen eylemler gerçekleştirebilirler.
Prens Türki bize Afganistan'a gidenlerin çoğunun sınırlı bir eğitime ve dünya hakkında çok az bilgiye sahip olduklarının ortaya çıktığını söylüyor. Bazıları hayatlarından ne istediklerini bilmiyorlardı, bu yüzden onlara farklı bir şey gibi görünen, aynı zamanda gurur verici ve konumlarını yükseltebilecek bir maceraya atıldılar. Prens’in bir bölümünü anlattığı Usame bin Ladin'in hikayesi bu açıdan dikkat çekici. Bin Ladin, Sovyetler Afganistan'dan çekildikten sonra, bu zaferi kazananın kendisi olduğuna inandı. Tam anlamıyla uyuşturucu almış biri gibi (bu ifade yazara değil bana aittir) bu düşünce sağlam bir şekilde zihnine yerleşti.  Bu nedenle, o dönem Güney Yemen'de bulunan "komünist yönetime" karşı da bir askeri mücadeleye girişmek için yardım istemeye geldi. Al-Arabiyya kanalında yayınlanan röportaj dizisinde Güney Yemen’in son Cumhurbaşkanı Haydar Ebubekir el-Attas’ın çekingen bir biçimde açıkladığı gibi, bir tür ideolojik uyuşturucudan muzdarip olan Güney Yemen’de liderler, o dönem kendi aralarında, bir grubun başka bir grup tarafından tasfiye edilmesi, ardından tasfiyecinin tasfiye edilmesi noktasına varan bir çatışmanın içine girmişlerdi. Aralarındaki çatışmanın şiddeti gittikçe tırmanıyordu ve o dönemde iki Yemeni birleşik bir devlet içinde birbirine entegre etmek için çaba sarf ediliyordu.
Ancak Usame, mantık dışı bir fikirle neredeyse uyuşturulmuş olduğu için kendisine sunulan bu açık gerçeklerle ikna olmamıştı.  Bu nedenle Irak'ın Kuveyt'i işgalinden sonra bir denemede daha bulundu; dış güçleri bölgeye getirmeyin, grubum ve ben Irak ordusunu Kuveyt'ten kovabiliriz! Elbette kimse onu dinlemedi. Kendisi hakkında yazılan biyografide, Sudan'da ailesine bunaltıcı sıcakta klima kullanmayı veya gazlı ocakta yemek pişirmeyi yasakladığına da yer verildi. Daha da sıkıcı olan, “kendisi ve adamlarının Afganistan'ı Sovyet pençesinden kurtardıklarına” kesin olarak inanmış olmaları. Oysa bundan çok uzaktılar. Prens Türki'nin kitabını okuduğumuzda ne kadar para (milyarlarca dolar) harcandığını, aralarında Batılıların da (Amerikan, İngiliz, Fransız) olduğu kaç istihbarat örgütünden yararlanıldığını, Pakistan'ın lojistik ve istihbari çabalarına ek olarak sağlanan silah ve desteğin boyutlarını öğreniyoruz. Sovyetlere karşı direnişin, İngiliz istihbaratı “bor sülfür” adlı kimyasal bir karışım bulana kadar sendeler bir şekilde sürdürüldüğünü, Sovyet helikopterleri için gönderilen yakıta enjekte edilen bu karışımın, uçağın motorları ısınır ısınmaz yere düşmesini sağladığını, daha sonra Amerikan Stinger uçaksavar füzelerinin çatışmaya dahil olmasının başka bir dönüm noktası oluşturduğunu anlıyoruz. Dolayısıyla Usame bin Ladin ve grubununa bu dönüm noktasının oluşumunda hiçbir katkıları yoktu.
Bu, özellikle de Mihail Gorbaçov iktidara geldikten sonra Sovyetler Birliği'nin içinde bulunduğu siyasi zayıflığın yanı sıra Usame bin Ladin'in aklının kavrayamayacağı üst düzeyde uluslararası, istihbari, mali ve silahsal bir çabaydı. Liderleri meşruiyet için dalkavukluk yapmak gerektiğinde dalkavukluk yapan, ardından basitçe onun aleyhine dönen zihniyetlerle karşı karşıya bulunuyoruz.
Sürgündeki İslami hareket liderlerinden birinin küçük Körfez ülkelerinden birinde bir arkadaşı vardı. Sürgünde olduğu ülkede bir güce ulaştıktan sonra arkadaşının ülkesini ziyaret eden İslamcı lidere, aralarındaki tanışıklık eski olduğu için arkadaşı “siz devrimciler, literatürünüzde bizim gibi küçük ülkelere yapılan ziyaretleri neden eleştiriyorsunuz?” diye sormuş. Lider "Artık nüfusu ve etkisi yoğun Arap ülkeleriyle ilgileniyoruz, daha küçük olanlar otomatik olarak sonbahar yaprakları gibi dökülecek" diye yanıtlamış. Ama aynı liderin o küçük ülkeyi ziyaret nedeni de maddi destek bulmakmış! Bu, acı verici, ancak İslami hareketlerin öğretilerinde yerleşik bir ifadedir, aksini düşünen saftır ve ne yazık ki etrafımızda böyle düşünen pek çok kişi var.
Son söz; Eymen ez-Zevahiri Afganistan'a ilk gittiğinde Kuveytlilerin bağışlarıyla finanse edilen bir dispanserde doktor olarak çalışmıştı, ama daha sonra Kuveyt’in işgalini destekleyenler korosuna katıldı!