Muhammed Rumeyhi
Araştırmacı yazar, Kuveyt Üniversitesi'nde Sosyoloji profesörü...
TT

Fransa Cumhurbaşkanı'nın Körfez turu

Genel olarak siyasi eylemin kişisel veya ulusal çıkarlardan bağımsız olduğunu düşünmek saflık olur. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un turu da bundan farklı değil. Cumhurbaşkanı, kişisel olarak hoş bir karşılama ve Körfez ülkelerinin çıkarına, aynı zamanda Fransa'nın çıkarına olan, ayrıca Cumhurbaşkanının yaklaşan önemli seçimlerde şansını daha da artırabilecek ödüllendirici anlaşmaların imzalanması yoluyla büyük bir destek ile karşılandı.
Ancak Paris, Londra ve hatta Washington'un İran'ın bölgedeki hırslarının yarattığı büyük riski, Arap Maşrık (Levant) bölgesindeki güvenlik ve barışa yönelik tehdidin boyutunu fark etmediğini tasavvur etmek bir kez daha saflıktır. Viyana'daki son müzakere turunun başarısız olmasıyla, Tahran'ın dayandığı strateji açığa çıktı. İran, diğer tarafların çok fazla etkin seçeneğe sahip olmadığını düşünüyor. Aynı zamanda Kuzey Kore seçeneğini de benimsiyor, yani rejimi korumak ve sürdürmek için tamamlayıcı olan kıtalararası balistik füzelerle birlikte nükleer güce sahip olması gerekiyor. Bu nedenle tüm zaman aralıklarını zaman geçirmek için kullanılıyor. Tahran, nükleer silaha sahip olmakla rejimi için tam ve kapsamlı bir sigorta poliçesi elde edeceğine tamamen kani.
Tahran bu senaryoda kendisine karşı herhangi bir eylemin, özellikle de doğrudan bir askeri harekatın Ortadoğu'daki tüm kötülükleri serbest bırakabileceğini öngörüyor. Hizbullah İsrail'e saldırılar düzenleyebilir, Hamas da ona uyum sağlayarak saldırıya geçebilir ve İsrail halkı şok edici bir korku sürecinin ortasında kalabilir. Dahası bu görüşü hararetle destekleyenlerin bazılarına göre, bu İsrail’in sonu dahi olabilir. Aynı zamanda, Tahran'a sadık Iraklı gruplar, Irak ve çevresinde kaos yayarak kötülük salıyorlar. Husi grubu da Yemen'de kaosu daha da yayan bir tırmandırma sürecini başlatmış bulunuyor. Tahran bu senaryoya inanmıyor, ancak bölgedeki kolları bu senaryoyu pazarlıyor ve görünen o ki, Batı başkentlerindeki bazı düşünce grupları da bu senaryoyu benimsemiş. Bu nedenle Macron'un Körfez'de özellikle Lübnan ile ilgili diplomatik çabası, Tahran'ın teşvik ettiği bu "Kıyamet" senaryosuna tamamen veya kısmen inanarak, mevcut durumu kesin bir olgu olarak kabul etme yönelimindeydi.
Aslında bu senaryo sadece bir abartı değil, saf bir varsayımdır. İran sahnesi ile Kuzey Kore sahnesi arasındaki fark birçok açıdan açık ve net. Kuzey Kore, tarihsel olarak iki kutup arasındaki Soğuk Savaş çatışmasının tırmanması sırasında var oldu. İlk olarak bir Sovyet kuvveti, ikinci olarak da bir Çin kuvveti tarafından desteklendi. Kuzey Kore rejimi, duvarlarının dışında kendisine muhalif bir görüşe sahip olup tasfiye edilmemiş tek bir erkek veya kadın kalmayana kadar vatandaşlarına karşı eşi görülmemiş bir baskı kampanyası yürüttü. İçeride ise vatandaşları çoğunlukla isteyerek değil, zorla itaatkâr hale getirilmiş ve korkudan insanlıklarını kaybetmişlerdir. Aradaki fark şu ki, Tahran baskı uygulamış olsa bile, yurtiçinde ve yurtdışında belki de milyonları bulan ve gittikçe büyüyen bir muhalefetle karşı karşıya bulunuyor. İran dış muhalefeti Avrupa'da aktif ve rejimin adamları ne zaman ülkeden ayrılsalar onları takip ediyor, mahkemelere belgelenmiş kanıtlar sunarak yargılanmalarını talep ediyor ki bu da içerisi ile iletişim halinde olduğunu gösteriyor. İran’ın içi ise oturma eylemleri ve protestolarla kaynıyor, zira İran halkları genel olarak insan ve özelde Avrupa uygarlığının gidişatından daha fazla etkilenmekteler ve hem baskıdan hem de yoksulluktan kurtulmanın özlemini çekiyorlar.
Öte yandan, Irak'taki son seçimler, Irak'ın yöneliminin çoğunlukla ne yönde olduğunu şüphe götürmeyecek biçimde gösterdi. Yani İran kontrolünden kurtulma yönünde olduğunu. İran bağlantılı grupların “ABD’yi çıkarmak” tezini gündeme getirerek başvurdukları tüm sloganlar inandırıcı gelmiyor. Çünkü ABD Irak arenasında dengeleyici bir ağırlık olmaktan çıktı, burada artık daha çok vatansever Iraklılar ön planda. Aynı şekilde, Lübnan’da Hizbullah ve müttefiklerinin nüfuzuna rağmen, Lübnanlıların çoğu hala aç gözlü yayılmacı projeye düşmanlıklarını açıkça haykırıyorlar. Lübnan'ın yaşadığı çoğu felaketin ve her alanda durumunun kötüleşmesinin nedeninin bu olduğunu biliyorlar. Bazı Lübnanlı taraflar, devleti kontrol eden bu grubun taraflarını parti değil mafya olarak adlandırıyor. Yemen'de ise Husi'nin Tahran ve müttefiklerinin yardımıyla Yemen halkına uyguladığı tüm katliamlar ve tacizler, Yemenlilerin büyük bir kesimi tarafından reddediliyor ve direnişle karşılanıyor. Husi grubu şimdi yapmakta olduğu aptallıklardan daha fazlasını yapamaz. İsrail’e gelince, içerisi bir tehdit karşısında birleşecektir. Dolayısıyla bahsedilen kıyamet senaryosu, bazılarının hayallerinde oluşturdukları bir efsanedir!
Macron'un turuna ve genel olarak Batı’nın pozisyonuna dönersek, zaman kazanmaktan başka bir şey değil gibi görünüyor. Fransa Cumhurbaşkanı'nın Lübnan'a yaptığı iki ziyaretin ardından, kendisine verilen tüm sözlere rağmen durum her bakımdan daha da kötüleşti. Çünkü o ve çevresindekiler ciddi bir engeli kabul etmek istemiyorlar. O da, Lübnanlı kadın ve erkeklerin yaralarını derinleştiren “beyaz filin” varlığıdır. Öyle ki Lübnan vatandaşı, Hizbullah’ın devlet dışı ve yakın uzak herkesi tehdit ettiği silahının varlığında nefes alan bir ölü haline geldi. Ziyaretin ardından yapılan Suudi Arabistan-Fransa ortak açıklamasında silahın Lübnan ordusu ile sınırlı olması gerektiğine dikkat çekildi! Peki, Macron hatta Lübnan hükümeti bunu yapabilir mi? Bunun imkânsız olduğunu herkesten önce Macron biliyor.
Politika niyetler veya istekler değil sonuçlarla ilgilidir. Sonuçlarsa görmek isteyen herkes için aşikardır. Şu açık ve net; bir grup, ideolojik kanatlarını kullanarak nihai caydırıcılık dediği şeye sahip olması gerektiğine kesin olarak inanıyor. Bir diğerinin, ister ABD'deki ara seçimler, ister Fransa'daki cumhurbaşkanlığı seçimleri olsun, gözü seçim sandığında ve yaklaşan seçimleri atlatmak için zaman geçirmeye bakıyor. Bu da genellikle orta ve uzun vadede felaketlere neden olan kısa vadeli politikalar üretiyor. Dar görüşlü ve kısa vadeli politika da nihayetinde bir “yatıştırma ve memnun etme” sürecine yol açıyor. Sanki tarih tekerrür ediyormuş gibi, geçen yüzyılın otuzlu yıllarında da İngiltere Başbakanı Neville Chamberlain, Adolf Hitler'e karşı tereddütlü bir politika izlemiş ve onu teskin ve memnun etmeye çalışmıştı. Bu yumuşak politika sonunda milyonlarca insanın ölümüne, dünya ekonomisinin mahvolmasına ve imparatorlukların yıkılmasına neden oldu. Bugün birçok Batılı politikacının Ortadoğu siyaset sahnesine yönelik siyasi eğiliminde bu tereddüde tanık oluyoruz. Karanlık güçlerin ehlileştirilemeyeceğine, zamanla emellerinin yatışacağına bahse girerek bu eğilime bağımlı hale geldiklerini görüyoruz. Bunun beklendik sonucu, bölge için yaşadığı tüm felaketlerden daha büyük bir felakettir.
Son söz; diplomatik çalışmalarda arabulucunun rolü, çeşitli tarafların kendisini dinlemesi ve önerdiği çözümleri uygulamasıdır. Gelgelelim Fransız arabuluculuğu, Hizbullah ve destekçilerinden bıyık altından gülmeleri dışında bir karşılık bulamıyor! Çünkü onlar ortak değil, emir kuludur!