Abdulmunim Said
Kahire’de Mısır Gazeteciler İdaresi Meclisi Başkanı ve Kahire Bölgesel Strateji Çalışma Merkezi Yönetim Müdürü
TT

ABD demokrasisinin tarihi

ABD’nin küresel ilerleme, büyüme ve yükselmeye büyük bir katkı sağladığı tartışılmazdır. Düşmanca bir yeni dünyaya gelen göçmenlerden oluşan bir ulusun, siyasi alan dahil çeşitli alanlarda ister teorik ister pratik açıdan olsun gösterdiği çaba, çalışma ve yaratıcılık olmasaydı, zenginleşmiş olduğu kadar zenginleşmesi, ilerlemiş olduğu kadar ilerlemesi mümkün değildi.
Bununla birlikte, Amerikan deneyimini de, bilhassa mevcut tarihsel rolünde, yeni bir aşamaya geçiş yaptığı göz önüne alındığında, diğer önceki ve sonraki deneyimler gibi inceleme ve araştırmaya tabi tutmak ve derinlemesine anlamak gerekir. ABD bu aşamada bir taraftan dünyayı demokratik ve otoriter olarak ikiye bölerken, diğer taraftan ulusları, insanlığı ve gezegeni kurtarmak için kendisiyle iş birliği yapmaya çağırıyor. Bu aşama, insanlık tarihinin farklı imparatorluk dönemlerinde her zaman normal olagelmiştir. Her bir emperyal güç gezegenin sakinlerine kesin ve net seçenekler sunmuştur; ya bizimlesin ya da bize karşı. Konu terörizmle mücadele iken bu anlaşılabilir bir durumdu, ancak şimdi, ortada hiçbir ortak büyük sorun yokken, seçim yapmaya zorlamak dünyayı bölmektir.
Bu sefer ABD bunu, İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş'ın sonundaki haline göre oldukça değişen küresel güç piramidindeki büyük değişiklikleri artık fark etmeyen bir süper gücün kibriyle yapıyor. Daha da tehlikelisi, ABD dünyanın demokratik olmasını isterken, gerek geçmişte Amerikan devletinin kuruluş dönemi, gerekse Amerikan siyasi sistemindeki temel kusurları ortaya çıkaran son 10 yıldaki modern deneyimi olsun, bizatihi demokratik sorunla ilintili özgün tarihini unutuyor ve görmezden geliyor.
Yaklaşık iki buçuk yüzyıldır Amerikan demokrasisinin her zaman güçler dengesine ve periyodik seçimlere dayanan bu kadar mükemmel ve ideal bir imajı olmamıştır. Periyodik seçimler ise anlaşmazlıkların barışçıl çözümünü garanti eden, güç ve sağlığı devletin, milletin ve siyasi sisteminin özelliklerinden biri yapan, bir tür “doğal tercihi” temsil eden çoğunluk ve azınlık kuralının teyididir. Başlangıç, İngiliz işgaline karşı bir devrimin omuzları üzerinde yükselen devletin doğuşuydu, çıktıları ise şu iki belgeydi: Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve anayasa. Bu başlangıç noktasının ürettiği miras, insanın özgürlüğü ve seçme gücü açısından her zaman önemli olurken, aynı zamanda, o zamanın çağdaş Amerikan gerçekliği ve Amerikan deneyiminin kendisinin olgunluğu ile çok uyumluydu. Amerikan devleti, John Locke'tan Montesquieu ve toplumsal sözleşme filozoflarına kadar Avrupa siyasi edebiyatını bilen 40 beyaz insan ve köle sahibi tarafından çift kişilikli bir devlet formatında inşa edildi. Bu devlet bir yandan, tüm insanların yaşam, özgürlük ve mutluluk arama hakları açısından eşit doğduğunu kabul eden en üst düzey insani düşünceyi benimsemişti. Diğer yandan yöneticinin otorite ve yetkisini sınırlayan, kuvvetler ayrılığını benimseyen sıkı bir çerçeve öngörmesine rağmen anayasa, aynı zamanda, köleliği, yerli halkın köleleştirilmesinin yanı sıra kendisine karşı bir soykırım savaşının yürütülmesini de onayladı. Keza, kadın hakları da uzun bir süre boyunca bu harika kamusal özgürlükler çerçevesinde yer almadı. Ülke, Amerikan Devrimi ile aynı ilkeleri talep eden Fransız Devrimi gibi ilk ciddi siyasi sınavı ile karşı karşıya kaldığında, siyasi seçkinler, Amerikan Devrimi'nin sembollerinden biri ve ABD'nin ikinci başkanı olan John Adams döneminde Yabancılar ve İsyan Yasası’nı çıkararak otoriterizmden yana taraf oldular.
Amerikan siyasi seçkinleri arasında, yalnızca Bağımsızlık Bildirgesi ile Anayasa veya Thomas Jefferson ve Alexander Hamilton ya da ulus inşası ile devlet inşası değil, aynı zamanda birlik ve çeşitlilik konusundaki bölünme de açık ve netti. Bu, devletin kuruluşundan itibaren güçlü bir şekilde ortaya çıktı ve iç savaş patlak verene kadar bu temelde devam etti. İç savaş görünüşte köleleri özgürleştirmek içindi, ancak özünde, Anglo-Sakson olmayan yerli nüfus, Afrika ve diğer kökenlerden gelen bileşenler, dini açıdan Katolik mezhebine veya diğer mezhep ve dinlere inananlar tarafından talep edilen haklar karşısında birliğin korunması amacını taşıyordu. İç savaş sonrasında, seçimlerin kapsamını genişletmek için çeşitli anayasal değişiklikler (13, 14 ve 15’inci değişiklikler) yapılmasına rağmen, sonraki yıllarda siyasi süreçte yaşananlar, 1960'ların ortalarına kadar Afrika kökenli Amerikalılar ile diğerlerinin oy verme sürecine katılmalarını engelledi. Kadınlar 1919'da oy kullanma hakkını elde ederken, imha savaşlarından sonra yerli halktan geriye kalanlar ise oy kullanma ve özel koruma alanlarında yaşama hakkını elde ettiler.
Bu uzun tarihi sunmaktan kasıt, Amerikan demokrasisine karşı puan kazanmak değil, aksine, gerçekliği ile başa çıkmakta çok zeki ve yaratıcı olduğunu, bu gerçekliğe uyum sağlamak için büyük çaba sarf ettiğini vurgulamaktır. Henüz hiçbir kadının siyasi gücü elinde tutmamış olması, John F. Kennedy'nin başkanlık seçimlerini kazandığı 1960 yılına kadar hiçbir Katoliğin başkan olmaması tesadüf değildir. Kennedy’den yarım yüzyıldan fazla bir süre sonra seçilen Başkan Biden, ABD tarihindeki ikinci Katolik başkandır. Keza Barack Obama’ya kadar hiçbir siyah başkanın olmaması da tesadüf değildir.  Ancak mesele yalnızca uyum ve çeşitlilik arasındaki bir çatışma değildi, aynı zamanda, Amerikan sisteminin çeşitli sorunlarıyla başa çıkmaktaki verimliliğiyle de bağlantılıydı ki son 70 yılda bu verimlilik bir düşüşe geçmiştir. Amerikan siyasi sistemi yalnızca Vietnam, Irak ve Afgan savaşlarında hezimetin değil, Cumhuriyetçiler ve Demokratlar arasındaki şiddetli bölünmenin bir sonucu olarak devlet yönetimi çarkındaki bozulmanın da önüne geçemedi. Devlet çarkındaki bu bozukluk, uygulamada siyasi felce yol açarak hükümetin çalışamamasına ve başkanın devleti yönetmek için yürütme kararlarına başvurmasına neden oldu.
Çok geçmeden keskin bölünme ve kutuplaşma, sadece selefi tarafından alınan önemli kararları iptal etmesi için değil, aynı zamanda Amerikan kurumlarının yanı sıra tüm uluslararası örgütlere karşı en büyük kampanyayı başlatması için Donald Trump'ı iktidara getirdi. Eski ABD başkanı, Beyaz Saray'dan ayrılmadan önce, demokrasi fikrini sarsan, en tehlikeli iki operasyonda suç ortaklığı yaptı; seçim sonuçlarını sorgulamak ve kitleleri 6 Ocak 2021'de bizzat Kongre'ye saldırmaya kışkırtmak. Başkan Biden'ın düzenlediği ve dünyadan 110 ülkeyi davet ettiği demokrasi konferansı, belki de ABD'nin kendi içinde yapılmalıydı. Zira ABD devlet içindeki demokrasi fikrini, devletin yüksek çıkarlarını gerçekleştirmekteki etkinliğini, yeni bir iç ve küresel gerçekliğe nasıl uyum sağlayabileceğini gözden geçirmeye her zamankinden daha fazla gereksinim duyuyor. Başkan Biden, demokrasiyi, yaygın olduğu gibi, ABD başta olmak üzere ülkelerin nesnel koşullarıyla hiçbir ilgisi olmayan, mutlak bir durum olarak algılıyor. Göreve gelmesinin üzerinden yaklaşık1 yıl geçmesine rağmen, ne Amerikan birliği hedefi gerçekleşti ne de Kovid-19 ile mücadele daha verimli hale geldi. Amerika'nın çokça düşünmeye ihtiyacı var.