Hazım Sağıye
TT

Lübnan’daki temel çatışma: Savaşa sokulmamız

Lübnan'daki siyasi, ekonomik ve kültürel birçok çelişki arasında, diğerlerinden çok daha derin olan ve geri kalan çelişkilere onların kendisine etkisinden daha fazla etki eden bir çelişki vardır. O da savaşa karşı tutumdur: Savaşa katılmalı mıyız, katılmamalı mıyız? Dolayısıyla içerideki hangi sistem ve dışarı ile hangi ilişki amaca hizmet eder?
Savaş aşıklarının isimleri ve hizipleri değişti ama üzerine inşa ettikleri temeller değişmedi: Güce tapınma ve ordu ya da istihbarat servisleri tarafından yönetilmeyen zayıf bir ülkeden nefret etmek. Dolayısıyla bu ülkenin güçlenmesi ve komşu despot rejimler gibi olması için savaşa sokulmalıdır. Onur yalnızca güçten türetildiği için, bu ülke onursuz bir ülkedir ve tek başına savaş onu onurlandıracaktır. Dahası, ordusunun muharebe gücü az olduğu sürece, çiğnenmeli ve bu büyük misyonu yerine getirmesi için silahlı bir grubun yardımı alınmalı. Savaş, toprağın işgaliyle sonuçlanırsa da, o grup onu kurtarmakla görevlidir. Bu zafer üstüne bir zaferdir. Yüz yıl ve belki de bin yıl savaşında bize zaferi garanti edendir. Bizleri ertelenmiş şehitlerden oluşan bir halk kılmaktadır.
Bunda, namusunu temizlemek için bir kızı öldürmekle ilgili ünlü ifadeye benzer bir yan var.
 Militarist eğilimin etkilediği ve onun etkilendiği kaynaklar da militarist kaynaklardır. Bu hep böyleydi; yalnızca ideoloji ve silah gücüyle tanınan, ardından zaferlerinden bahsederken hızla çöken ve ölen rejimler ve toplumlar. Faşizm ve ardından sosyalist rejimlerin kaderi, etkileyici bir örnektir.
Savaş aşkı, dolaylılıktan doğrudanlığa kademeli olarak ilerledi. Filistin direnişi ortaya çıkmadan önce Lübnan'ın Cemal Abdunnasır'ın yanında yer alması gerekiyordu çünkü efsaneye göre o Arapların gücünü ve itibarını tesis ediyordu. Düzenlenen Arap zirveleri Lübnan'ı bir "çatışma ülkesi" olarak değil, bir "destek ülkesi" olarak sınıflandırdığında, aramızdaki savaş destekçileri bunu protesto ettiler: Ama ülkemiz işgal altındaki Filistin'e komşu, o zaman neden bir destek ülkesi olsun? Ardından, 1967'de Abdunnasır yenildiğinde, acı ve üzüntü ikiye katlandı: Lübnan neden yenilmedi? Araplığına ve itibarına layık olmak için niçin savaşıp mağlup olmadı? Filistin direnişi ile rüya gerçek oldu. Bu bir “savaşa sokma stratejisi”ydi. Hizbullah ile de savaşa karışmaya can attığımız için adeta savaşı kucakladık.
Dini grupların ihtilaflarının ve Lübnan devleti ile ilişkilerindeki farklılıkların bu duyguların uzak bir kaynağı olduğuna şüphe yok. Filistin bir bahaneydi ve hala da öyle. Buna, kendi çelişkilerini emen bir sünger olmamızı isteyen çevredeki askeri rejimlerin katkıları da eklendi. Bu yüzden bize cömertçe silah gönderdiler. Lübnan penceresini nispeten uzun bir derecede özgürlüğe kapatmaya çalıştılar. Lübnan otoritesinin kusurlarının, hizipçiliğinin ve dar görüşlü mezhepçiliğinin bu görevi tamamladığı doğru, ancak verilen karşılık, nadiren Lübnan içiyle etkileşimin hakim olduğu reformist ve nadiren tamamen politikti.
Savaş karşıtlığı aslen birbiriyle bağdaşmayan iki dilde konuşan tarihsel bir birikimden doğdu. Ülke, bir yandan zayıf ve itibardan yoksun olmasının yanı sıra yapay ve gereksizdir. Öte yandan reforma tabi tutulmalı, modernleştirilmeli, mezhepçi ve gerici olandan arındırılmalıdır. Lübnan “ulusal hareketi”, imha ve reformu birleştiren bu dilsel ve kavramsal ikiliğin en yüksek ve son ifadesiydi.
Lübnan’ın gerçekliği ile birleşen siyasi projeleri olanların (haklarındaki düşüncelerimiz bir yana) silah bilincini terk ettikleri doğrudur. Ancak dilleri ve kararlılıkları ağır ve yavaş olmayı sürdürdü. Kemal Canbolat elinde silah ile reform çağrısında bulundu. Lübnan ordusunun bölünmesinden ve “Lübnan Arap Ordusu” ve “Fetih”in kurulmasından hoşnut olmasa da, Filistinli ve Lübnanlı silahlı örgütlere siyasi bir örtü sağladı. Musa es-Sadr da bir reformcu olarak başladı, asıl kaygısı güneyi savaştan kurtarmaktı, ama sonunda o da silahlandı. Refik Hariri Suriye silahını kullanmak ve Hizbullah'ın silahı ile bir arada yaşamak zorunda kaldı.
Üç liderden her birinin bir Lübnan projesi olması onları silahlardan uzak tutuyordu. Ancak bu projelerin zayıflığı, silahlara karşı bağışıklıklarını zayıflatıyordu. Canbolat ve Hariri böyle bir savaş ve kurtuluş yanlısı silahla öldürüldüler. Sadr, savaş ve kurtuluş yanlısı müttefik bir silah tarafından kaçırıldı.
Sol merkezde de buna benzer bir örnek görüyoruz. Komünist Parti, ağırlığı ve uzun bir geçmişi olduğu için Lübnan'ı savaşlara sürüklemek konusunda daha çekingendi. Buna karşılık, varlıklarının tek anlamını Filistinli silahlı örgütlerle aralarındaki bağlantıdan alan solundaki küçük örgütler bu konuda daha hevesliydi. Bu Lübnanlı örgütlerden ayrılanların çoğu doğrudan Fetih Hareketine katılıyorlardı, böylece yavaş yavaş silahlı sol örgütlere katılmak için Lübnan durağından geçmenin bir anlamı kalmadı. Bunun üzerine Komünist Parti de bahsi geçen küçük örgütlerin işgal ettiği zayıflık ve parçalanmışlık konumuna geçiş yaptı.
Hizbullah, modern Lübnan tarihindeki tek istisnadır. Bu nedenle tehlikelidir. Ağırlığı olan bir taraftır ve ağırlığı arttıkça savaş taraftarlığı ve gücü de artmaktadır. En azından şimdiye kadar böyle oldu.
Ama sonuçta sorun şu ki, savaşa sokulmaktan başka bir alternatif düşünülmediği için Lübnan modeline bir alternatif doğmadı. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Şam'da kurulan Arap devletinden bugüne denklem değişmedi; ya kaos ve terk edilmiş arena ya da 1989-2005 döneminde Hariri'yi Hizbullah ve Suriye güvenliğine bağlayanlar gibi zehirli ittifaklar.
İstikrarlı bir Lübnan yönetimi oluşturmaktaki bu yetersizlik, Lübnan'ın barış ve istikrarına yönelik nefreti artırıyordu. Lübnan silaha boyun eğmiyor, onlara itaatsizlik ediyordu. Böyle olduğu için, Lübnan, çıkarlarının ancak onlarla iyi ilişkilere dayandığı dünya ve çevre ülkelerle karşı karşıya getirilerek buna sürüklenmeliydi. Filistin direnişi, Lübnan’ın İsrail ile ateşkes anlaşmasını bozdu. Hizbullah'ın bugünkü savaşı, BM'nin 1701 sayılı kararına meydan okuyor. İran ile yakın ilişkinin karşılığı Arap dünyası ile kötü bir ilişki.
Filistin davasına sempati duyan, onu siyasi, diplomatik ve medyatik açıdan destekleyen barışçıl bir ülkeden, Filistin adına Suriyelilere ve diğer halklara saldıran Spartalılara dönüşüyoruz. Yine bir format üzerinde anlaşmış bir ülkeden, halkının büyük çoğunluğu rehin alınmış, aç ve korkmuş bir şekilde savaş mezbahasına götürüldüğü despot bir ülkeye dönüşüyoruz. Tek tesellimiz, Epikür'ün 23 yüzyıla uzanan ünlü bir tavsiyesidir: “İçiniz rahat olsun. Ölümden korkmayın. Yaşadığımız sürece ölüm yoktur, ölüm geldiğinde ise artık biz yokuz.”