Sam Mensa
TT

Sünnilerin uzak durma, Hristiyanların koma hali

Eski Lübnan başbakanı ve ‘Müstakbel Akımı’nın lideri Saad Hariri’nin kendisinin ve akımının siyasi faaliyetlerinin askıya alındığını ve Mayıs ortasında yapılması planlanan yasama seçimlerine katılmaktan kaçınacağını duyurması, bir dönüm noktasıdır. Yerel ve bölgesel siyasette önem verilemeyecek, üzerinden atlanabilecek sıradan ve geçici, kendisinden sonra işlerin normal seyrine döneceği bir olay sayılamayacak bir dönüm noktası.
Öncelikle ve Hariri’nin iyilikleri, kötülükleri, çok ve sayılması uzun hataları ve günahları bir yana, böyle bir kararın ciddiyeti ve tehlikesi Saad Hariri'nin şahsıyla değil, Lübnan'ın tarihinde hassas bir aşamadan geçtiği bir dönemde ondan kaynaklanan etkilerle bağlantılıdır. Lübnan’ın bu dönemde daha fazla parçalanmaya, Sünnilerin dağılmasına ihtiyacı yok. Sünniler 2005 yılında başbakan Refik Hariri'nin öldürülmesinden bu yana radikal Şii Hizbullah örsü ile müttefiki Avncıların bayrağını yükselttiği azınlık Doğu Hristiyanlığı çekici arasında sıkışıp kaldılar. Her türlü marjinalleşmeye, baskıya ve boyun eğdirmeye maruz kaldılar. Öyle ki terk edilmiş ve öksüz, oluşum ve sistem olarak Lübnan’ın yansımalarından uzak kalamayacağı pek çok tehlikeye karşı korunmasız oldukları yönündeki izlenim yaygın hale geldi. Şii-Alevi ittifakı gölgesinde İran’ın özellikle Suriye kapısından bölgeye yönelik saldırısıyla birlikte bölgesel olarak yaşadıkları da bunlara eklendi.
Hariri’nin kararı yangına körükle gidiyor. Sebepleri ister kişisel, isterse ailevi, mali, Arap ve küresel taraflarla anlaşmazlıklar veya onların arzularına karşılık vermek olsun, sonuçları en azından yakın ve orta vadede siyasi yapının, varlığın ve devletin geleceği için felakettir. Bu da, hiç kimsenin ülkesinden büyük olmadığı, boşluğu doldurabilecek güçler, liderler ve kişilikler olduğu hakkında söylenenleri ve söylenecekleri dikkate alarak analizleri azaltıp, ertesi gün ne olacaklara odaklanmayı gerektiriyor.
Siyasetten ve seçimlerden uzak durma kararı, Soğuk Savaş'ın sona ermesinden bu yana dünyanın tanımadığı uluslararası bir meşguliyetin ortasında geldi. Meşguliyetin nedeni ise temel bir Amerikan ve Avrupa endişesi olarak, Ortadoğu bölgesinin sorunları ve çatışmaları dahil olmak üzere diğer tüm endişelerin önüne geçen Rusya-Ukrayna krizi. Buna ilaveten, Suudi Arabistan ve BAE’nin insansız hava araçları ve balistik füzelerle saldırılara maruz kalmasıyla birlikte kardeş bölge ülkeleri de İran ve kollarının siyasetin ötesine geçip güvenliği etkileyen tehditleri ile meşguller. Söz konusu tehditler kardeş ülkeleri ve bölgesel müttefiklerini tüm dikkat ve ciddiyetlerini bu gelişmeye, kendisini kontrol altına almaya ve engellemeye sevk etti. Lübnan'ın izolasyonunu, marjinalleşmesini ve içindeki İran ekseninin güçlenmesini artıracak olan bir diğer unsur, Washington ile Tahran arasında doğrudan müzakerelere işaret eden gerçekçi göstergelerin art arda gelmesidir. Boyutları ve doğası ne olursa olsun, İran’ın kibrini canlandıracağı için bu uzlaşıların Lübnan'ın çıkarına olmayacağını önceden biliyoruz.
Bilhassa Lübnan ve Lübnanlıların yarım asırdan fazla bir süredir dini grupları arasında ve dini grupların kendi içinde bir iç savaş yaşadığı göz önüne alınırsa, ‘o zaman ne yapmalı?’ diyenler var. Lübnan ayrıca İsrail ile savaşlara, devletin belini büken bir Suriye işgaline tanık oldu. Bunu Hizbullah üzerinden İran hegemonyası izledi ve onu başarısız bir devlete dönüştürdü. Bunlara bir de birçok deprem eklendi; başbakan Refik Hariri'nin öldürülmesi, onu takip eden ve Lübnan'ı kasıtlı olarak kıdemli ve gelecek vaat eden liderlerden boşaltan suikastlar, Beyrut Limanı patlaması ve tarihinin en kötü mali, ekonomik ve sosyal çöküşü.
Siyasi gerçekçiliğin karamsarlığa yol açtığı ve Lübnan halkının, liderlerinin, devletinin ve kurumlarının tükendiğini ve çöktüğünü kabul ettiği doğru. Ancak bu gerçek, bir başka acı gerçeği gizlemiyor, Lübnanlıların fırsatları boşa harcama sanatında ustalaştıklarını. İlk kaçırılan önemli fırsat, uygulanmaması, içeriğinin boşaltılması ve Suriye rejimine öykünen bir yönetim modelinin uygulanmasıyla ‘Taif Anlaşması’dır. İkincisi, başbakan Hariri'nin öldürülmesinin ardından patlak veren ve Suriye ordusunu Lübnan'dan çıkaran, başta Sünniler olmak üzere Müslümanların ‘Önce Lübnan’ sloganını yükseltilmelerine tanık olan, bu nedenle ikinci bağımsızlık olarak tanımlanan 14 Mart 2005 halk hareketidir. Ancak siyasi sınıfın kötülüğü ve bayağılığı, çıkarlar ve mezhepçilik kabuğuna çekilmesiyle birlikte bu deneyim çöktü ve tekrarlanması zor olan nadir bir fırsat kaçırıldı. Üçüncüsü, 17 Ekim 2019 halk devrimidir. Lübnanlılar arasında ulusal aidiyet lehine yan aidiyetlerin ötesine geçen ve gelecek vaat eden bir safların sıkılaştırılmasına tanık olduğundan başarılı olabilirdi.
Bugün, Hariri'nin kararı, onunla birlikte veya onsuz, Hizbullah ve ekseninin ülke üzerindeki hegemonyasına karşı tüm muhalifleri toplayan, İran'ın Lübnan üzerindeki vesayetini sona erdirmek için şiddetli bir kampanya başlatan yeni bir ulusal siyasi dinamik yaratmak için dördüncü bir fırsat olarak görülebilir. Ama bu satırların yazıldığı ana kadar, görünen o ki, siyasilerin yanı sıra halkın tepkisi de olayın önemi ile örtüşmüyor. Şaşkınlık uyandırıyor ve politikacıların yanı sıra özellikle ‘egemenciler’ olarak adlandırılan (bu adlandırmanın doğruluğu tartışılır) insanların da bilinçsizliğini teyit ediyor. Lübnan'ın sürdürdüğü varoluşsal bir savaşın ortasında Sünnilerin parçalanması ne anlama geliyor?
Özellikle bu bağlamda, doğrudan Hristiyan egemen çizgiyi temsil ettiğini iddia edenlere yönelmeli ve açıkça şunu söylemeliyiz, daha önce 14 Mart 2005 fırsatını kaçırdığınız gibi bugün de aynı hataya düşüyorsunuz. Lübnan'daki Sünnilerle siyasi ve popüler dayanışma yoluna gitmeyerek, bu durağı da kaçırıyorsunuz. Sözlü dayanışmanın ötesine geçip sahada yalnızca Lübnan’ın anlamını, geleceğini, oluşum ve devlet olarak çıkarlarını dikkate alan bir hareket başlatacak ulusal duruşlar benimsemeyerek bu fırsattan da faydalanmıyorsunuz. Ama görüldüğü üzere tüm bunların aksi yaşandı. Dar, anlık, partizan ve mezhepçi çıkarların hepsi bir araya gelerek Hristiyan tepkisini eksik ve muğlak hale getirdi.
Daha da ilginci, bu egemenci Hristiyanların, sonuçlarının önceden bilindiğini göz ardı ederek gelecek seçime bahis oynamalarıdır. Rakipleri silahlı, örgütlü ve bölgesel olarak desteklenirken, tek, birleşik ve koordineli bir cephe oluştururken, parçalanmışlıklarının, ironik anlaşmazlıklarının onları seçim sonuçlarını etkileme konusunda bilhassa aciz ve güçsüz kıldığını göz önünde bulundurmamalarıdır. Bu koşullarda, seçim sonuçları kelimenin tam anlamıyla felaket olacaktır. Çünkü dağıtma ve çökertme sanatında ustalaşmış bu rakip, ülkenin tüm dini gruplarını parçalamış, ardından da yarattığı bu yıkımın üzerine kurulmuştur. Daha da şaşırtıcı olan, sahadaki gerçekleri, ideolojileri bizatihi demokrasiye düşman olan taraflar tarafından kullanıldığında demokratik mekanizmanın ne hale geleceğini kesin olarak bilmelerine rağmen, Batılı ülkelerin bu seçimlere yönelik heves ve coşkularıdır.
Hristiyanların pozisyonu, önemine rağmen, Sünnilerin kendi pozisyonlarının önemini perdelemiyor. Burada Başbakan Necib Mikati'nin kendisine sorulan “Neden Lübnan Merkez Bankası Yöneticisi denmiyor?” sorusuna verdiği yanıtı hatırlatalım: “Savaş zamanlarında subaylar görevden alınıp değiştirilmez.” Bu ifade Hariri içinde geçerli değil mi? Lübnan'daki Sünniler, halk, liderler ve din adamları nerede? Hariri siyasi faaliyetlerini askıya alma açıklamasını yapmadan önce evinin kapısında duran o bir avuç kişi kadar mı kaldılar? Nihayetinde, Kuveyt-Körfez girişimi duyurusunun Hariri'nin açıklamasıyla çakışmasını görmezden gelmek zor. Bu ikisi, Hizbullah'ın üzerindeki örtünün kaldırılması, Lübnan'ın uluslararası meşruiyet ve Arap, özellikle Körfez ailesinin koynuna dönüşü için başta egemen güçler olmak üzere, yönetimdeki ve dışındaki diğer güçlerin karar vericilerine verilmiş son bir şans gibidir. Lübnan'ın tepkisinin ise muğlak olması, zeki olmaya çalışması, Lübnan'ın en büyük işgalcisi haline gelen ‘İsrail işgaline karşı direnişin’ arkasına saklanması bekleniyor.
Başbakan Hariri belki de bunu anlıyor ve ezberlemiş bulunuyor. Sebepsiz bir iyi niyetle ördüğü uzlaşıların bedelinin ağır, sonuçlarından birinin ulaştığımız çıkmaz olduğunu biliyor. Bu nedenle ne yapıp ne yapamayacağını biliyor ve diyor ki: "Şahitlik ederim ki ben tebliğ ettim. Lübnan ve halkını Allah emanet ediyorum." Saad Hariri muhtemelen sonunda şuna ikna oldu; babası Refik Hariri’yi ortadan kaldıranlar, 17 yıl sonra da olsa vizyonuna ve ilişkilerine benzeyen veya onları hatırlatan şeyin geri dönmesine izin vermek için onu öldürmediler, Lübnan ve Arap siyasi hayatından silmediler.