Amr Musa
Eski Mısır Dışişleri Bakanı ve eski Arap Birliği Genel Sekreteri
TT

Yeni soğuk savaş ve bölgemize etkileri

Uluslararası sahnedeki mevcut gelişmeler, tırmanma yolunda ve geniş kapsamlı boyutları, aynı zamanda sıcak ifadeleri, doğrudan etkileri olan bir soğuk savaş durumunu yansıtıyor.
Savaşın doğrudan etkileri, Ukrayna’nın maruz kaldığı “özel askeri operasyon”, işgalin dayandığı ve amacı Rus ulusal güvenliğinin gereklerine boyun eğmedikçe Ukrayna'yı parçalamak, siyasi rejimini değiştirmek ve Batı yönelimini durdurmak olan siyasi bir süreç ile vücut buluyor.
Rusya ayrıca Ukrayna’nın NATO ve AB'nin kapılarını kendisine açmasıyla Batı'nın tüm Avrasya'ya yönelik siyasi ve askeri genişlemesinin önünü açarak Rusya'nın onu kuşatma, çevreleme, zayıflatma, güvenliğini ve istikrarını tehdit etme planlarını içerdiğine inandığı umutlarından vazgeçmesini de istiyor.
Makalenin henüz başında iken Ukrayna operasyonunun doğrudan etkilerini özetleyecek olursak; şehirlerinin maruz kaldığı yıkım, on binlerce insanının yerinden olması ve insani kayıplar Ukrayna'da hayatın felç edildiğini gösteriyor.
Sanayi, ticaret, tarım, turizm ve diğerleri gibi üretim kapasitesini dolayısıyla, Ortadoğu ülkeleri ve toplumları ile Arap dünyası dahil olmak üzere birçok ülke ve toplumla, ortaklarıyla bu alanlardaki ilişkilerinin ve bağlarının azaltıldığına işaret ediyor. Tüm bunların yol açtığı ekonomik, mali kayıplar ve yeni durumun gerektirdiği acil çabalar göz önüne alındığında alternatifler bulmak kolay olmayabilir.
Buna bir de Ukrayna'nın üniversitelerini, forumlarını ve pazarlarını dolduran yüzlerce, hatta binlerce öğrenci ve işletme sahibini (özellikle de sanayi ile küçük ve orta ölçekli proje sahiplerini) etkileyen felci ve bunların farklı yönlere yönlendirilmeleri süreci eklenmeli. Bütün bunlara ek olarak; Arap dünyasının çoğu dahil olmak üzere, gelişmekte olan dünyanın birçok yerindeki ticaret ve yatırım rotası üzerinde Rusya'ya yönelik yaptırımların etkileri var.
Şimdi en az yukarıdakiler kadar hatta daha da önemli başka bir boyuta gelelim; bu, bir bütün olarak Batı ile Rusya arasında yükselen kapsamlı bir stratejik çatışmayla bağlantılıdır. Yükselen çatışma, Avrupa'yı büyük dünya savaşlardan önceki dönemlerde Avrupalı ​​politikacıların yüzleşmeye alıştıkları ve sorun çıkaran tarafa tatmin olana kadar çıkarları açısından tavizler vererek sakinleştirme girişimleri etrafında dönen atmosfere geri döndürebilir.
Putin belki de bunu diliyor ve bunun için bastırıyor.
Rusya’nın talepler listesi uzundu ve Rus hükümeti, güvenliğini temin edecek bir dizi taahhüt ve yükümlülükler talep eden bir notada bu taleplerini özetleyerek ABD ve NATO’ya sunmuştu. Bu taahhütler arasında NATO’nun hareketleri, Rus güvenliği, Sovyetler Birliği'nin dağılması ve Soğuk Savaş'ın sona ermesinden sonra güvenlik ilişkilerinin düzenlenmesi için doksanlı yıllarda yapılan anlaşmaların yeniden canlandırılması da vardı. Ancak ABD'nin verdiği yanıtta bunları kabul etmemesi Rusya'nın endişesini artırdı.
Evet, görünen o ki ABD ve etrafında toplanan Batı’nın, İkinci Dünya Savaşı’ndan önce İngiltere Başbakanı Chamberlain’in liderlik ettiği sakinleştirme politikalarını tekrarlaması mümkün değil.
Söz konusu anlaşmalarda verilen taahhütlerin çoğunun, özellikle de Rusya'nın Avrupalı ​​komşularının Atlantik ittifakına ve AB’ye dahil edilmesi konusundaki taahhüdün bizzat Batı tarafından ihlal edildiği elbette iyi biliniyor. Üstelik sadece Rusya'ya yakın ve komşu ülkeler değil, bazılarının toprakları Rus toprakları ile iç içe olan (Batı Kırım'ın ilhakına “sessiz” kaldığı için Rusya da onlar hakkında “sessiz” kalıyor) üç Baltık cumhuriyeti; Letonya, Estonya ve Litvanya, hem NATO hem de AB üyesi oldular.
Bu, Ukrayna meselesinin Rusya açısından sadece Batı ittifaklarına ve gruplaşmalarına katılım meselesi olmadığını, jeopolitik, güvenlik, kültürel, etnik, dini ve çıkar alanlarıyla ilgili başka sebepleri olduğunu da gösteriyor. Rusya bu alanlarda ayaklarını yere sağlam basmak istiyor. Hatta belki de bunu bir temel olarak kullanarak özellikle Ukrayna, Gürcistan ve Belarus’u kapsayan bir alanın kendi alanı olarak tanınmasını talep etmeyi amaçlıyor. Bununla çelişen herhangi bir politikayı veya askeri hareketleri durdurmayı arzuluyor.
Rusya’nın ABD ve Avrupa ilişkileri üzerine uzmanlaşmış birçok siyasi analistin kanaatine göre ABD, Rusya’nın ulusal politikalarına pek önem vermiyor. Aksine, içlerinden birinin dediği gibi “ABD için Rusya başını kuma gömmüş devekuşundan başka bir şey değil. Bu nedenle, Rusya kendi dünyasında kendisini nasıl dev aynasında görüyorsa bu rüyadan uyandırılmalıdır veya kendisini uyandırma fırsatı gelmiş demektir”.
Hesaplamalardaki büyük bir yanlış, geniş bir olumsuz etkiye sahip uluslararası komplikasyonlara yol açacaktır.
Rusya, çıkarları yakın çevresinin ötesine geçen büyük bir nükleer devlettir ve küçümsenmemelidir.
Bu analistlerden bazıları, şu anda yaşananların "Batı tarafından Putin'i tuzağa düşürmek ve cezalandırmak, onu devirmeye hazırlık olarak başında bulunduğu Rusya'yı tecrit etmek için tasarlanmış bir komplo" olduğunu söylüyor.
Birçok kişinin haklı gördüğü Rus mantığı (BM Genel Kurul’unda Ukrayna ile ilgili son karar tasarısının oylamasında 50’den fazla ülkenin oy kullanmadığına, çekimser kaldığına veya itiraz ettiğine dikkat etmeliyiz), kısaca NATO’nun genişlemesinin Rusya’nın güvenliğine fiilen tehdit oluşturduğu temeline dayanıyor.
Amerikan mantığı ise Rusya'nın gerçekten büyük, ancak ikinci dereceden büyük ve Batı ülkelerinin hareketlerine kısıtlamalar getirecek küresel stratejik nitelikte güvenlik düzenlemeleri önerme veya talep etme hakkına sahip olmayan bir ülke olduğu gerçeğine dayanıyor.
1962'de ABD sınırından 90 milden daha az bir mesafede Küba'da yaşanan Rus füze deneyimine dayanan diğer unsura gelince, Moskova, ABD’nin o zamanki korkularına benzer Rus korkularını anlaması gerektiğine inanıyor. Amerikan pozisyonu ise  Albay Kaddafi’nin şu tarihi sözüne benziyor: “Siz kimsiniz ki bize ne yapıp ne yapmamamız gerektiğini söylüyorsunuz!”
Tüm bunlardan Ortadoğu'daki (Suriye ve Libya'da fiili, bir dizi Arap Körfezi devleti, Türkiye, İran ve İsrail ile yakın ilişkilerde siyasi) Rus varlığının da ABD'nin gözden geçirmesine tabi olacağı sonucu çıkıyor.
Şu ana kadar Rusya ve Ortadoğu politikası ile birlikte yaşayan Batı ittifakı da Rusya’nın Ortadoğu’daki varlığını gözden geçirecek. Aslında Batı açısından, Suriye'de ABD ve İsrail arasındaki koordinasyon, terör örgütleriyle mücadele ve aynı zamanda ABD’nin Doğu Asya eksenine (Pivot to Asia) yönelik düzenlemeleri çerçevesinde, Rus varlığı bazen faydalı ve gerekli rolleri yerine getiriyordu.
Bu durumda şu soruları sorabiliriz; Batı ittifakının Rusya'nın Ortadoğu'daki varlığı ve rolüne kalkan olan bu politikasına sırt çevirmesinin zamanı mı geldi?
Bu,  Türkiye ile ek bir Batı koordinasyonu gerektirmiyor mu?
Bu, bölgesel çerçevede İsrail'in rolüne destek vermeyi, dahası İran ile bazı mutabakatların sonuçlandırılmasını hızlandırmayı gerektiriyor mu?
Bunu söylerken, bir yandan da herhangi bir Arap-Rus iş birliği ilişkisini gölgede bırakacak bazı baskılar (anlaşmalar değil) dışında, herhangi bir Arap tarafıyla bu stratejik düzeyde bir anlaşmanın yapılması olasılığının uzak olduğunu düşünüyorum.
Üstelik Rusya'nın Suriye'deki varlığına, deniz ve hava üslerine, Libya'daki Rus varlığının çerçevesini ve ayakta kalma olasılıklarını doğrudan etkileyen Akdeniz'deki varlığına yönelik de bundan sonra bir değişiklik beklemeliyiz.
Bu aynı zamanda, Kuzey Afrika ülkelerine doğrudan sınır olan Batı Afrika, Sahel ve Sahra bölgesindeki Rus varlığına ne olabileceğine dair incelemelere de kapı açıyor.
Ancak Putin'in Batı'nın planlarını karıştırabilecek veya bozacak bir kararlılığa ve yeteneklere sahip olduğunun herkes tarafından bilindiği göz önüne alındığında, bunlar, çok fazla sayıdaki tahminlerin küçük ancak kolay olmayan bir kısmı.
Son olarak, aşağıdaki noktalara odaklanmak istiyorum:
Birinci nokta, Rusya/Ukrayna gelişmelerinin şu ana kadarki en büyük kaybedeniyle ilgilidir. En büyük kaybeden, bir değil, tüm tarafların açıkça meydan okuduğu ve okumayı sürdürdüğü BM, uluslararası sistem ve uluslararası hukuk ilkeleridir. Güvenlik Konseyi'nin rolündeki mevcut kargaşa, uluslararası barış ve güvenliğin sağlanamaması durumunda (zira iki süper güç de Güvenlik Konseyi'nin daimi üyeleri ve veto hakkına sahipler. İkisi de uluslararası barış ve güvenliğe tehdit ile suçlanıyor veya karşılıklı olarak birbirlerini suçluyorlar) bizim de aralarında olduğumuz küçük ülkelerin kaderi ne olacak? Sorunlarını nasıl çözecekler, egemenliklerine ve bağımsızlıklarına yönelik tehditlerle nasıl yüzleşecekler?
Buna ilaveten, Kovid-19 pandemisi ile mücadelenin doğurduğu ekonomik sonuçlar ve şimdi de Ukrayna'yı kurtarmak, Avrupa ve ötesinde aktif göçün maliyetlerini karşılamak için tahsis edilen fonların getireceği bedel, uluslararası sistemin (Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu) biz de dahil olmak üzere gelişmekte olan ülkelere yardım etme esnekliğini sınırlayabilir.
İkinci nokta, eğer BM ve genel olarak mevcut uluslararası sistem, Ukrayna'da seyreden olayların ilk kaybedeni ise, bu durumda diğer bir kaybedeni de Batı’dır. Çünkü 1945 yılında ABD öncülüğünde kurduğu uluslararası sistem çökerse Batı'nın etkisi de onunla birlikte çökebilir. Yahut bu sistemin taraflı, yıpratıcı yaptırımlar ve çifte standartlardan oluştuğunu düşünen direniş karşısında küçülebilir. Bir diğer sorun, farklı bir sistem üzerinde yeni bir mutabakat oluşturmak için çalışma performansı eksikliğidir. Başka bir deyişle, uluslararası çoğulculuk ve onunla birlikte küreselleşme artık net bir gerileme yaşıyor.
Ancak bu, Batı'nın -şimdiye kadar kısa ve belki orta vadede- görünür kazanımlar elde ettiğini gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Bunlardan en önemlisi, birlik görüntüsüne geri dönülmesi, ABD'nin kendisi üzerindeki liderliğinin teyit edilmesi, ABD ve Batı'nın büyük ölçüde itibar ve saygı kaybetmesine yol açan tereddüt ve kargaşa politikalarından vazgeçilmesidir.
Üçüncü kayba gelince, ırkçı tonun cüretli bir şekilde geri dönüşü ile vücut buluyor. Beyaz ve mavi gözlü göçmenlerin gelişmekte olan ülkelerden gelen diğer göçmenlere tercih edildiğine dair Batı medyasında görülen söylemler ve politik açıklamaların ortaya koyduğu aptallık da bunu gösteriyor. Bu, beyaz göçmenler lehine diğer göçmenlerden vazgeçilmesine yol açabilir, hatta gelişmekte olan ülkelerin çıkarlarını etkileyen diğer benzer politikaların hayata geçmesi beklenebilir.
Dördüncü kayıp, orta yolu benimseyen pozisyonların kabul edilmediği “benimle ya da bana karşı” tonunun yükselmesidir.
Bu da akıllara eski ABD Dışişleri Bakanı John Foster Dulles'in şu sözlerini getiriyor; “Tarafsızlık ahlaksızlıktır”.
Bu durumda, bugün Genel Kurul’da Batı ülkelerinin sunduğu karar tasarısı oylamasında bazı ülkelerinin çekimser kalmaları veya oylamaya katılmamaları ile ifade bulan tarafsızlık, artık onların da cezalandırılması için bir sebep midir?