İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Lübnan'ın kaderini belirleme savaşı Viyana ritmine göre yürütülüyor

Lübnan'da 2018'de yapılan son genel seçimlerden sonra, dönemin İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani, “direnişin” yani Tahran'ın Lübnan ve Arap bölgesindeki projesinin parlamentoda sandalyelerin çoğunu kazandığını deklare etmeye gönüllü olmuştu.
O dönem, sadece birkaç Lübnanlı siyasi, Süleymani’nin sözlerini ciddiye almıştı. Süleymani’nin açıklamaları genelde, Tahran'ın Zagros Dağları ile Akdeniz arasında inşa ettiği yerleşim yerleri kapsamında Lübnan’ı da kendi askeri üssüne dönüştürdüğü şeklinde okundu.
Lübnan kamuoyu Süleymani’nin konuşmasını Batı'ya ve Araplara karşı bir kibirlenme ve yüksek sesli bir meydan okuma olarak gördü. Ancak zaman, Süleymani’nin söylediklerinde haklı olduğunu kanıtladı. Irak, Suriye ve Lübnan'da Devrim Muhafızları aracılığıyla İran liderliği tarafından denetlenen yerinden etme ve yerleşim yerleri oluşturma projesinin, 2020'nin başlarında Süleymani’nin kendisi tasfiye edildikten sonra dahi istikrarlı bir hızla ilerlediğini ispatladı.
Zamanın kanıtladığı şey, Süleymani'nin projesinin şahıslardan daha büyük olduğu ve uluslararası sahnede bu projeye karşı koyma konusunda ciddi şekilde kararlı hiçbir tarafın olmadığıydı. Dahası büyük dünya güçlerinin hesapları ortasında, İran’ın Bereketli Hilal üzerindeki hakimiyeti bu güçlerin çıkarları için önemli bir tehdit oluşturmuyor. Hatta bu güçler, Ortadoğu'nun kalbindeki hayati kavşaklarda yer alan demografik, politik, ekonomik bir blok olarak onunla anlaşmak için açık veya örtülü olarak birbirleri ile rekabet ediyorlar.
Gerçekten de İran, yaklaşık 90 milyonluk insan potansiyeli ve iki önemli petrol ve su kütlesine, Arap Körfezi ile Hazar Denizi'ne nazır.
İslam dünyasının ortasında yer alıyor ama Sünni değil; Arap ve Türk milletlerine komşu ama ne Arap ne de Türk.
Böylece Hint alt kıtası, Çin’in batısı, Rusya’nın güneyi, Türkiye’nin doğusu ve Arap ülkeleri arasında uzanan bölge genelinde çatışmaların ve dengelerin denklemlerini düzenliyor.
İran, "blok"un olanaklarını olumlu ve olumsuz şekilde kullanmak, bölgeyle ilgili tüm ülkeler için Ortadoğu'nun geleceğine ilişkin düşünce ve çıkar dengelerinin merkezinde yer alıyor. Bu ülkelerin başında ABD, Rusya ve Çin geliyor. Avrupa Birliği, Hindistan ve İsrail gibi etkili “ikinci kademe” aktörler de onları takip ediyor. Bu konudaki belki en önemli hususlardan biri, “dost başkentler” Moskova ve Pekin'in, Tahran ile stratejik ilişkilerini geliştirmekte istekli olmalarıdır. Buna karşılık Washington ve Londra'daki “dost olmayanlar” ise Arap bölgesindeki İran işgalinin genişlemesini tamamen göz ardı ederek “Tahran’ın davranışlarını değiştirmesi” ve  “yeni bir nükleer anlaşma üzerinde çalışma” arzularını dillendirmekle yetiniyorlar.
Bugün, dünya Ukrayna'da olanlarla meşgulken, Viyana müzakerelerinde yeni bir nükleer anlaşmaya ulaşılmasının yakın olduğuna dair haberler geliyor. Hemen hemen tüm göstergeler, müzakereci iki taraf arasındaki anlaşmanın İran'ın yayılmacılığını ele almayacağı, nükleer kapasitesini kalıcı olarak iptal etmeyeceği,  ancak şu veya bu şekilde İran’ın Batı’daki bazı dondurulmuş varlıklarının serbest bırakılmasını içereceği üzerinde hemfikir.
Viyana müzakerelerine dahil olan ülkeler, Tahran rejiminin ve Devrim Muhafızlarının harcama önceliklerini gözden kaçıracak kadar aptal değiller. Bu öncelikler arasında elbette Arap bölgesinde konuşlandırdığı mezhepçi milislerin işgallerini sıkılaştırmak, Irak, Suriye ve Lübnan'da tüm hızıyla devam eden yerinden etme ve yerleştirme projesini hızlandırmak için gereken finansmanı artırmak da var.
Özellikle Lübnan'da, eşi benzeri görülmemiş bir ekonomik çöküş ve geçim sıkıntısının ortasında, Lübnanlılar birkaç hafta içinde, aklı başında insanların sonuçlarını önceden tahmin ettikleri parlamento seçimlerinde sandık başına gitmeye hazırlanıyorlar.
Seçimlerin sonuçları tahmin edilir, çünkü İran'a bağlı Hizbullah milislerinin “fiili işgali”, silah üzerindeki yasadışı tekeli, paralel kurumlarının konsolidasyonu sayesinde devletin kılcal damarları üzerindeki hakimiyeti gölgesinde yapılacak seçimler, Hizbullah’ın zaferini garanti edecek. Aynı zamanda “nispi temsil” sayesinde tek taraflı olarak dini gruplara, bölge ve bloklara sızmasını sağlayarak, diğer sesleri marjinalleştirmesine ve elimine etmesine de yol açacak.
Burada analistler, Hizbullah'ın bu olayı ne kadar ciddiye aldığına dikkat çekiyor. Onun görüşüne göre bu olay, bilhassa bir yandan Şii toplumu içinde kendisine karşı olan, onu eleştiren her gücü veya figürü hedef almayı, diğer yandan da takipçilerinden oluşan kamp içinde karşıtların bir araya geldiği birleşik bir cephe inşa etmeyi temsil ediyor.
Geçen hafta boyunca, pratikte Hizbullah, siyasi olarak birbiri ile geçinemeyen, hatta haydutluktan ihanete kadar birbirlerine karşılıklı suçlama ve imalar da bulunan (Şii) Emel Hareketi ile (Hristiyan) Özgür Yurtsever Hareket arasındaki seçim ittifakının restorasyonunu uygulamaya koydu. Aynı zamanda ülke çapındaki tüm mezheplerden adamlarını ve araçlarını toplayıp birleştirmeye, yıllardır tırmanmakta olan Emel Hareketi’nin iş birliği yaptığı bağımsız ve ılımlı isimleri dışlama sürecini hızlandırmaya çalıştı.
Bunlar, sorulmaya değer şu soruları akla getiriyorlar
Hizbullah, bizzat kendisi ilk olarak, yabancı bir ülkeye ideolojik ve örgütsel bağlılığını deklare ederken, ikincisi, tekelindeki silahtan güç alarak kendisi ile aynı pozisyonları benimsemeyen bileşenlere ve rakiplere karşı bir tasfiye savaşı yürütürken nasıl  "uluslararası anlayışı" hak eden bir "ulusal direniş" hareketi olarak görülebilir?
Viyana anlaşması sayesinde daha sonra milyarlarca dolar ile finanse edilecekse bu “direnişi” milyon dolarla finanse eden küçük finansörlere yaptırımlar dayatmanın ne anlamı var?