Hazım Sağıye
TT

Le Pen ve benzerlerinin önünü kesen bir Keynesçilik

Fransa'daki seçimler ciddi endişeleri de beraberinde getiriyor ki, geleneksel merkezi güçler olan Sosyalistler ve Gaullistler buharlaşıyor. Marine Le Pen'in Elysee'deki hayaletini tamamen göz ardı etmek artık mümkün değil.
Fakat başka bir yerden ve zamandan başlayalım, 1936’da Londra’dan. 1936’da, ekonomist John Maynard Keynes'in 1930'ların krizlerine yeni çözümler üretme umuduyla işsizlik konusunu ele aldığı ‘İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi’ adlı kitabı yayınlandı. Klasik iktisat teorisi bize işsizliğin şu üç şeyden kaynaklandığını söyler: İşçilerin işlerini değiştirmesi, geçimleri devletin yardımlarıyla güvenceye alınan bireylerin çalışmamayı tercih etmeleri ve ücretlerin işverenlerin karşılayabileceğinden daha yüksek hale gelmesi.
Keynes ise uygulanabilir ekonomik teoriyi şu şekilde ortaya koydu: 1930’larda işsizlik oranları çok fazlaydı (ABD'de 15 milyon ve İngiltere'de 3 milyon...). Bu sayılar, yukarıdaki üç faktörle açıklanamazdı. Sebep ne iş değişikliği, ne tembellik, ne çalışmayı reddetme, ne de sendika müdahalesiydi. Nitekim ekonomi ilk etapta istihdam fırsatları yaratmıyordu. “Büyük Buhran” (1929-1933) yıllarında işsizliğin artması sendikaların etkisini de azalttı. Keynes'e göre işsizlik sorunu, talebin eksikliğinden veya olmamasından kaynaklanıyordu.
Eski teoriler, mallara olan talebin, ücretler ve iş gereksinimleri arasındaki denge tekrar sağlanır sağlanmaz otomatik olarak geri döneceğini varsayıyordu. Keynes aksine, durgunluk döngüsünü kırmak ve refahı yeniden sağlamak için ekonomiye müdahale edilmesi gerektiğini düşündü ki, ona göre ekonomik gerileme durumunda hükümetler büyümeyi teşvik eden ve istihdam yaratan kurtuluşa güvenerek geleneksel olarak arza odaklanırlarsa -çünkü talebin olmadığı bir ortamda arz yararsızdır- piyasa öncelikleri bir toparlanmayı teşvik edemez. Dolayısıyla devletin görevi, bütçesinde büyük açık vermeyi gerektirse de talep yaratmaktır. Bu, borç almak ve parayı büyük kamu projelerini (karayolları ve demiryolları inşa etmek veya diğer altyapılara yatırım yapmak) finanse etmek için kullanmak suretiyle başarılabilir. Bu, sadece iş fırsatları yaratmakla kalmaz, aynı zamanda özel teşebbüsün kendisi için faydalı temeller oluşturur.
1940’lar ile 1970’lerin ortasına kadar tüm demokratik ve kapitalist dünya, devletin iş hayatında önemli rol oynadığı bir sistemi, yani Keynesyen bir yönelimi benimsedi. Bu, refah devletinin doğduğu, vergilerin yükseltildiği ve büyük kamu projelerinin benimsendiği bir dönemdi. O sıra sosyal demokratlar zirvedeydi ve sunulan geniş programlar kapitalizme reformlar dayatıyordu. Özellikle İtalyan ve Fransız komünist partilerinin gücüyle temsil edilen Avrupa'daki komünist meydan okuma, bu eğilimi güçlendiriyordu. Kapitalist reform, sanıldığının aksine, demokratik istikrarın koşulu olduğu gibi aynı zamanda bütünüyle kapitalistti. “Kapitalizmin babası” Adam Smith'in denetimsiz kapitalizm konusunda derin çekinceleri vardı. Yoksullara gelecek zararın önlenmesi için müdahale önerileri vardı ve işler “piyasanın sihirli eline” bırakılmamalıydı.
Kapitalizmin kalesi olan Amerika, daha sonra geri döndüğü bu eğilimi fark etti. 1890'da, sanayi devriminin zirvesinde, ‘antitröst yasası’ olarak bilinen federal yasalarla birlikte işe girişti. Amaç, büyük şirketlerin tekelleşmesini önlemek ve şirketlerin çalışmalarını rekabeti artıracak şekilde düzenlemekti. Araçlar, on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkmaya başlayan büyük şirketlerin faaliyetlerini izlemekti. Ancak 1970’lerde işler değişmeye başladı. Sosyal demokrat model ağır darbeler aldı ve petrol fiyatlarındaki yükselişin de ağırlığı altında “Keynesyen kriz” yaşandı. Enflasyon ve yavaşlayan büyüme için teşvik edilen kamu harcamaları suçlandı. Diğer yandan neoliberal ‘Chicago Okulu’nun’ öğretileri canlandı. Ardından Ronald Reagan, Margaret Thatcher ve onların birçok taklitçisi geldi. Neoliberaller, Sovyetlerin çöküşünü totalitarizm için bir yenilgi olarak görmediler; daha ziyade toplumsal sorunun ortadan kalkması olarak okudular. Bu yönelim, 2008 mali krizine kadar varlığını sürdürdü.
Vladimir Putin, özellikle Rus oligarklarının para ve yatırımlarının cömert harcamalar ile azalan gelirler arasındaki uçurumu kapattığı İngiltere'de, bu durumdan en çok yararlan isim oldu. Tüm bunların Fransa'da yaşananlarla, faşizmin ve yarı faşist hareketlerin yükselişindeki daha büyük sıçrama olasılıklarıyla ve onlarla birlikte siyasetin merkezden aşırı uçlara kaymasıyla ne ilgisi var?
Bunun pek çok nedeni var, ancak bunlardan en önemlisi, demokrasinin tüm meziyetine rağmen artık nüfusun çoğunluğunun refahı bir kenara, ekonomik ihtiyaçlarını bile karşılayamamasıdır. Yapılması gereken, yoksulların devletin sınırlarını çiğnememesi için devletin ringe atlaması gerekmektedir. Fransa sadece bir örnektir, fakat bununla birlikte büyük korkular uyandıran en iyi örnektir. Evet, bildiğimiz sosyalizmin sönüp gittiği doğrudur. Fransız sosyalizmi, Fransız komünizmine katıldı ve güçlü İtalyan komünizmi intihar etti. Sınıfların anlamlarının niteliksel bir değişim geçirdiği de doğrudur. Fakat en önemlisi, yoksulluğun niceliksel ve niteliksel olarak artmış olmasıdır ki, bunun sınıfsız, işsiz ve üretimsiz olması bir şeyi değiştirmez.
Nasıl komünizm korkusu Keynesçiliğe başvurmanın nedenlerinden biri ise, popülizm korkusu da Marine Le Pen ve benzerlerinin yolunu kapatacak yeni bir Keynesçiliğe başvurmak için iyi bir nedendir.